top of page
Image by Quino Al

AHLAKİ KALKINMADA EKONOMİNİN ROLÜ

İnsan yaşamının standardını

gerilemesini ya da gelişmesini etkileyen faktörler din, ekonomi, sağlık, hukuk ve siyaset olmak üzere geniş bir yelpazeye sahiptir. Çağımızda ise bu faktörler küreselleşmenin kapsama alanına daha çok girmiştir. Bu kapsam belirginleşinceye kadar insan tekilinin dünya görüşünü daha çok dinler ve milletler belirliyordu. Gelinen noktada küreselleşme din, ekonomi,sağlık hukuk ve siyasetin insan yaşamına dair ortaya koyduğu belirleyicileri kontrol altına almıştır. Tabi bu kontrol, tahakküm altına almanın iyimser deyiminden başka bir şey de değil. İnsan hakları ve evrensel ittifak söylevleriyle dünya milletlerine barış ve esenlik getirme vaatleri sıralayıp insanlığı kan ve acının kaderine terk etmek NATO’nun, AB’nin ve ABD’nin ne işe yaradığını kavrayabilmek için yeterlidir. Silah, ilaç ve inşaat sanayiinin menfi çıkarlarına odaklı küresel pazar ekonomisine karşı gelişebilecek insani ve vicdani kalkışmayı/isyanı tamponlanma vazifesi gören egemen siyasi güçler ahlaki anlamda çöküntünün failleridirler. Fonksiyonel bir güç olarak küreselleşme kirli/günahkar ellerde insanlığın geleceğine çekilmiş bir silah işlevi görmektedir. Oysa tüm inanç sistemleri ahlakı üstün güç olarak teşmil etmeye çalışırken hep birlikte şunu ilham ediyorlardı: ‘’Tanrı ellerinizin dolu ya da boş oluşuna bakmaz. Bilakis kirli ya da temiz oluşuna bakar’’.

İnsan otonom bir varlıktır. Yani evrende kendine has yetenek ve farkındalıklarıyla büyüyen, gelişen ve var olan bir varlıktır. İnsanın antropolojik serüveni bu savı imler. Eski avcı-toplayıcı toplumlarda insan günü birlik yaşayan, güneşin aydınlığında avlanıp, beslenip geçinen ve gecenin örtüsüne bürünen; gün aşırı yaşamını böyle sürdüren basit/kavranabilir bir varlıktı. Uzun vadede planlar yapıp, mülkiyet ve kazanç refleksi geliştirebilecek keşif araçlarına henüz sahip değildi. Üstelik zor yaşam şartları da cabasıydı. Tarım toplumuna geçişle yerleşik kültür insan yaşamında ivme kazanmış ve yavaş yavaş sosyo-ekonomik hayatın temel belirleyicilerini keşfetmeye başlamıştı. Artık olaylar günü birlik seyir etme rutininden çıkıyor ve insan yaşama daha karmaşık ve sistemli bakması gerektiğinin de farkına varıyordu. Topraktan elde ettiği meta/kazanç kendisini yerleşik/kalıcı düşünmeye sevk ediyordu. Dolayısıyla hayatta kalabilmek için savunma ve korunma mekanizmasını da gelişen şartlara göre düzenlemesi gerekiyordu. Bilişsel devrimle de maddenin doğasına/neliğine daha çok nüfuz edip daha az çaba ve daha çok kazanmanın teorisini kurmayı öğreniyor, bilimsel devrim döneminde ise artık bu mülkiyet teorisinden farklı coğrafyalara uzanan global pazar mefkuresine doğru güç ve etki alanı meydana getiriyordu. İnsan beyni, güç istenci ve arzularının etkisi altında gelişiyor, kaderini değiştirmede etkin rol alabileceğine dair inancı her geçen gün ihtimal kazanıyordu.

Hayatta kalma fikrinden egemen olma arzusuna doğru değişen sadece insanın maddeye hükmetme güdüsü değildi. Aynı zamanda tabiatındaki ilahi/öz/saf dokunuşlardan ve varlık aynasına baktığında beliren arı/duru/temiz temaşadan etkilenme yetisi, manevi derinliği, inceliği, zarafeti, kısacası ahlakı da değişiyordu. Bütün dinler insanlığın yaşadığı bu patolojik savrulmaya, birlikten kopuşa, ruhsal bunalıma ve huzursuzluğa bir tepki olarak öğretilerini ahlakın kaybettiği gücü ve konumu yeniden sağlamaya çalışmak üzere geliştirmişlerdir. Bugün global pazar ekonomisinin tüm dünya toplumlarına pazarladığı sadece maddi ihtiyaçlar dizgesi değil aynı zamanda ahlaki amaç ve araçlardan arındırılmış bir iktisadi anlayıştır.

İslam’ın Maddeye Bakışı – Ahlaki Ekonominin Manevi Temelleri

İslam’ın kurucu tecrübesi Hicaz coğrafyasında egemen olan iktisadi anlayışa ciddi düzenlemeler getirmiştir. Daha yerel bir etkileşim alanında pazarın ahlakına şekil vermek, zamanla büyüyecek coğrafi egemenliğe evrensel ilkeleri tatbik edebilmek için şarttı. İslamiyet’ten önceki Arap’ın ekonomik ve politik saplantılarını kırmak için Allah ‘’mallar ve oğullar’’ıntahakküm araçları olarak benimsenmesini yermiş (Al-i İmran 3/10), mal kazanma (ekonomik güç) ve oğullarla (mevcut ekonomik gücü soy ağacında sürdürme arzusu/asabiyet, politik güç) övünmenin bir fitne/imtihan, gerçek kazanım ve istifadenin ise Allah’ın rızasında olduğunu (Enfal 8/28), dünyanın geçici arzu ve tatminlerine aldırmadan insanlığın onuruna yaraşır iyi ameller/işler eylemenin rızaya dönük olarak takdir edildiğini (Kehf 18/46), hülasa en kârlı ve isabetli yatırımın insana, insanlığa ve insanlığın ebedi/sonsuz kurtuluşuna olduğunu deklare etmiştir.

İslam ekonomik ve politik gücü bütünüyle ahlakın muarızı olarak görmemiş, bilakis adalet, ehliyet, liyakat ve meşverete dayalı ahlaki donanıma sahip piyasa/pazar ekonomisini ve bununla elde edilecek politik gücü hakim kılabilmek için önermelerde bulunmuştur. Ekonomi ve politikadan doğan güç istencinin insanlığa karşı sömürü/haksız kazançla kullanılma tehlikesine işaret edip ahlaki ilkelere dayalı gerekli önlemleri alma yönünde adımlar atmıştır. Şüphesiz maddenin egemenliğine dair yapılan tehlike uyarısını dünyevileşmenin geçici ve yanıltıcı olduğu tasvirinde de rahatlıkla görürüz.

Kuran-ı Kerim’de Allah ‘’yeryüzünü (el-ard) insanların rahatça gezip dolaşabilecekleri, istifade edebilecekleri bir döşek kıldığını’’ (Nebe 78/6), ‘’uykuyu dinlenme, geceyi bir örtü ve gündüzü de dünya geçimini sağlayabilmeleri için var ettiğini’’ (Nebe 78/9-11; Kasas 28/73), ‘’alın teriyle çalışıp çabalamanın gerçek kazanç ve başarı yolunda ilerleyebilmenin yegâne kuralı olduğunu’’ (Necm 53/39), bu minvalde ‘’elde edilen dünya nimetlerinin Allah’ın ziyneti ve güzel rızıklar olduğunu’’ (Araf 7/32) belirtmiş ve ‘’Müslümanlara bu güzel rızıklardan kazanıp yararlanmaları salık verilmiştir’’ (Cuma 62/9).

Dünyevileşme ise insanın, hayatın geçici arzu ve isteklerine tutkuyla yönelmesi, içinde bulunduğu şartların kendisine –sorumlu tutulmadan, öylesine- verildiğini düşünerek hesap kaygısı taşımadan yaşaması anlamına gelir.

Yine Kuran-ı Kerim’de Allah:

‘’Bilin ki dünya hayatı (Allah’ın çağrısına aldırmadan yaşandığı takdirde,) oyundan, eğlenceden, süs ve gösterişten, birbirinize karşı övünmeden ve daha çok mülk ve evlat sahibi olma hırsından ibarettir. Dünyadaki fani hayat aynen şu misaldir: Bir yağmur yağar, bitirdiği bitkiler çiçekleri çok mutlu eder. Derken, bir de bakarsın ki sararıp solmuş, kuru ot ve saman olmuş! (Unutmayın ki) varsa yoksa dünya diyenler için ahirette şiddetli bir azap, ahireti dünyaya tercih edenler içinse Allah’ın bağışlaması ve rızası vardır. Evet, dünyadaki fani hayat aldatıcı bir hazdan başka bir şey değildir!’’ (Hadid 57/20).

‘’Hanginizin (iman edip) güzel ameller işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O üstün kudret sahibidir, ama aynı zamanda çok affedicidir’’ (Mülk 67/2).

‘’İnsan için kendi emek ve gayretinin karşılığından başka bir şey yoktur. Her insanın emeği ileride gözler önüne serilecek, sonra da karşılığı eksiksiz verilecektir. Şüphesiz sonunda varılacak yer rabbinin huzurudur’’ (Necm 53/39-42),

ayetlerle, sonsuz huzur vaat eden ahiret hayatına nispetle, göz açıp kapayıncaya kadar kısa olan dünya hayatının yanıltıcı olduğuna vurgu yapmıştır. İslam’ın dünya ve ahiret hayatına bakışı hakkında fikir veren ayetleri incelediğimizde görüyoruz ki hayatın çeşitli imkânlarından -çaba sarf ederek/emekle- istifade etmek helal kılınmıştır. Bu süreçte, arzularımıza hitap eden nimetlerin büyüsüne kapılarak gerçek amacımızdan uzaklaşmanın doğal olmadığını, böyle gidersesonunda derin bir hüzün ve azap yaşayabileceğimize dikkat çekilmiştir. Hülasa Allah buradaki beyanlarında inananların dikkatini dünya ve ahiret hayatı arasında denge kurmaya çekmiştir. Dünyanın çekiciliğine kapılıp ahireti unutmak da ahiret için dünyevi imkânlardan bütünüyle soyutlanmak da bayağı görülmüştür. Aslolan dikkat, dünya ve ahiret arasında amaç-araç dengesini iyi kurup geçen her saniyeyi amacına uygun olarak doğru düzgün kullanmaktır.

İslam’ın maddeye bakışının temelinde görüldüğü üzere ‘’hesap’’ faktörü vardır. İnsan realitesinin üzerinde bir realite. Gücünün üzerinde bir güç. Aklının ötesinde bir akıl. Servet üzerinde bir mülk. Aidiyet üzerinde bir sahiplik… Kendisini var edip yaşatan, yediren, içiren, bilgilendiren ve olduran aşkın varlığa karşı sevgiye dayalı korku ve ümitle bağlı olma. Bu bağlılığın gereği olarak da yaratıcının rahmet ve mağfiretini gücendirebilecek her türlü yanlıştan uzak durma. Hiçbir surette kimsenin kuşatamadığı ve aşamadığı ilahi gücün adaletine teslim olma. İyilik ve kötülüklerin karşılığını eksiksiz vermeyi taahhüt eden yaratıcının sözüne daha hesap günü gelmeden ikna olma… İşte bu hesap maddenin, yani duyular yoluyla algılanabilir yaşamda karşımıza çıkan maddi bileşenlerin/evrenin/nimetin belirli bir yasaya ve düzene göre tasarımlandığını gösterir. Diğer bir deyişle görünür âlemdeki bu düzenin sonunda daha farklı, sonsuz bir hayata geçerken hesap gerçeği karşımıza çıkar. Bu anlamdır. Yaşadığımız hayatın -tutarlılığını koruyan- geçerli bir izahıdır.

Tezgâhın Ahlaki Yasaları – Mahsulün İyisini Öne Kötüsünü Arkaya

Pazar bir toplumun ahlaki prensiplerle yüzleştiği kolektif-işlevsel bir yerdir. Sermaye, iş gücü, emek ve kazancın adalet ve dengeyi aradığı hassas bir yer. Pazarda herkes emeğinin az dahi olsa ziyan olmaması için ince hesap ve planlı düşünüşle hareket eder. Alıcı ve satıcı, icap ve kabul taraflarıdır. İki taraf da kendi şartlarını düşünerek emek ve kazanç dengesini sarsmadan alış verişlerini yapmaya çalışır. Zira emek ve kazanç arasındaki bu denge doğru kurulmadığı zaman adaletsizlik ortaya çıkar. Muhtemel bir zafiyet her şeyden önce tarafların, emek ve kazanç konusunda dengeyi telkin eden değerler mirasına, adalet anlayışına inancını yaralar. Bu bakımdan pazar toplumun ahlakını belirlemede ciddi bir işleve sahiptir.

Dünyanın ekonomik mefkûresi, toplumların iktisadi anlayışları, bireylerin ticari kıstasları değişse de her zaman ve zeminde değişmeyen tek şey, emek ve kazanç arasındaki denge istencidir. Rengi, dili, dini, ırkı vs. farklı olsa da bütün insanlar alış verişte bu dengeyi arar. Satıcı topraktan, endüstriden, sanayiden bedel ortaya koyarak vitrine/tezgâha yerleştirdiği üründen, bedelin karşılığıyla beraber emeğin helal kazancını da bekler. Alıcı, yine bedel ortaya koyarak vitrindeki/tezgâhtaki ürünleri satın alırken, daha öncesinde çalışıp çabalayarak kazandığı parayı israf etmeden kullanmayı prensip edinir.

Alış verişteki bu dengeyi sağlamak ve korumak taraflar, yer, zaman, söz, senet, sepet, akit (anlaşma şartları) gibi belirteçlere, kısaca bir toplumdaki alış veriş kurallarına, örfüne ve âdetinegöre hareket etmek gerekir. Menfaat her zaman insanın nefsini okşayan bir faktördür. Herkes kendi menfaatini bir tık daha önceleyerek işine gücüne bakar. Ticaret kolektif bir alanda arz-ı endam etmesinden ötürü menfaat istencini bireylerin üzerinde, herkesin menfaatini korumaya dönük şekilde hukuki-ahlaki prensipler edinir. Devletlerin, toplumların ve değerlerin (din ve kültür) ticari hayatta yaptıkları düzenleme, tesis ettikleri sosyo-ekonomik güvenlik mekanizması bu prensipler üzerine kuruludur.

İslam’ın kurucu tecrübesi sadece itikadî bakımdan değil aynı zamanda toplumsal ve ekonomik bakımdan bir mücadele/etkileşim ortamında doğmuş, gelişmiş ve hakim olmuştur. Mekke toplumunun iktisadi yaşamında tebarüz eden faiz, hile, tefecilik ve usulsüz alış verişlerin karşısına emek, kazanç, adalet ve hakkaniyet esaslarını getirmeye çalışmıştır. Medine döneminde ise farklı dinsel-etnik kimliklerin bir arada yaşadığı, kültürel ilişkilerin geniş çapta geliştiği bir realite söz konusuydu. Hz. Peygamber Medine’deki farklı inanç ve kimlik gruplarını ticarette de bir araya getirirken alış verişin tabiatındaki değişmeyen ahlaki esasları tesis etmeye özen göstermiştir. Zamanla itikadî-politik anlaşmazlıklardan etkilenen ilişkilere, ticarette de düzenlemeler getirmiştir. Yaşanan ticari-hukuki anlaşmazlıkların akabinde ise farklı inanç ve kimlik gruplarının öğreti, örf, adet ve geleneklerine göre hükmederek anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmuştur.

 

Dürüstlük:

Hz. Peygamber aldatma ve aldanma riski olan alış verişleri yasaklayarak (Ebu Davud, Bûyû’, 24)kamudaki ticari güvenliği sağlamış, vatandaşın gelir-gider dengesini zarara uğratacak adımlara engel olmuştur.

Herkes İçin Adalet:

Şehir dışından gelen ticaret kervanlarını henüz pazara gelmeden yolda karşılayanları, ‘’Kim bu şekilde yolda karşılayarak (ucuza) bir şey satın alırsa, mal sahibi pazara gelince (piyasayı öğrenince bozma veya kabul etme konusunda) serbesttir’’ diyerek (İbnMace, Ticaret, 16; Nesâi, Bûyû’, 18), Müslüman olsun ya da olmasın, Medine’de yaşasın ya da yaşamasın bütün ticaret ehlinin haklarını korumaya dönük önlemler almıştır. Bu yaklaşım aynı zamanda Medine ticaret sahasının güvenliğini, itibarını ve istikrarını da sağlayan stratejik bir yaklaşımdır.

Saygı:

Allah Resulü aynı zamanda ‘’Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın ve müşteriyi kızıştırmayın!’’ Müslim, Bûyû’, 11) diyerek alım satımda anlaşan tarafların sahih akdini bozabilecek yaklaşımların da önünü almış, pazarın huzur ve güvenini temin etmiştir.

Hakkaniyet ve Şeffaflık:

Yine Hz. Peygamber ‘’Alışveriş yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkları sürece (alışverişi kabul edip etmeme konusunda) serbesttirler. Eğer dürüst davranırlar ve (malın kusurunu) açıkça söylerlerse, alışverişleri bereketlenir. Fakat kusuru gizler ve yalan söylerlerse, (yaptıkları) alışverişin bereketi gider’’ (Ebu Davud, Bûyû’, 51) diyerek taraflar arasında sonradan çıkabilecek anlaşmazlıklara, alışveriş ortamından ayrılmadan icap ve kabul konusunda serbest olduklarını belirterek mani olmuştur. Satıcının malın kusurunu alıcıya açıkça belirtip dürüstlük sergilemesini, ticaretin bereketini (onurunu, haysiyetini, ağız tadını, gönül rahatlığını) koruma amacıyla vurgulamıştır.

Empati:

‘’Tarttığınızda fazlasıyla (tartarak) verin’’ (İbnMace, Ticaret, 34) diyerek, bir ihtimal de olsa alıcının hakkına girmemeyi, satıcının hakkını da dolandırma, dalgınlığından istifade etme ve kandırma yoluyla yememeyi salık vermiştir.

Sempati:

Hz. Peygamber ‘’Satarken, satın alırken, alacağını talep ederken hoşgörülü davranıp kolaylık gösteren kimseye Allah rahmetiyle muamele eylesin’’ (Buhari, Bûyû’, 16) diye dua ve güzel temennide bulunarak, alışverişte karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı ilişkilere zarar verebilecek davranış ve tutumlardan da muhatapları sakındırmaya çalışmıştır.

Kamu Vicdanı:

Yine Allah Resulü ‘’Bizi aldatan bizden değildir’’ (Müslim, İman, 164) derken sosyal, ekonomik, hukuki ve idari işlerde karşılıklı güveni zedeleyici, kamu vicdanını yaralayıcı, inananların birlikteliğine zarar verici tutumlardan ziyadesiyle sakınmak gerektiğini vurgulamıştır.

Zaman bir su gibi geçer. Tarih bir nehir gibi akar. İnsanlar değişir. Toplumlar değişir de İslam’ın bütün insanlığa hukuki-vicdani ilkeler olarak önerdiği, Müslümanların yaşantılarına belirleyici unsur olarak yerleştirdiği bu ahlaki ilkeler değişmez. Akıp giden sosyal sürecin geleceğini temin etmek bu değişmeyen-evrensel ilkeleri benimsemekle mümkündür.

Pazarda mahsulün iyisini vatandaşın göreceği yere, kötüsünü de göremeyeceği yere koymak, tarihi geçmiş ürünleri vatandaşın sağlığını riske ederek satışa sunmak, üretim hatası ürünleri kazai işlem kategorisine tabi tutmak için bin bir gerekçe düzüp müşteriyi bozuk bir akdin (anlaşmanın) zararlarına mecbur etmek, ürünü yasal değiştirme sürecinde kullanıp herhangi bir geçerli gerekçe ve memnuniyetsizlik olmamasına rağmen keyfi şekilde yenisiyle değiştirip firmayı zarara uğratmak, endüstri ve pazar arasında kurulu anlaşmayı hiçe sayıp başkasının müşterisini kotarıp bir tarafı iflas ve ağır maddi kaybın eşiğine sürüklemek, bu süreçte üretilen malların ziyan ve israf olmasına neden olmak, borçların taksimi ve ödenmesi konusunda müşteriyi kıyasıya sıkıştırmak, borcu ödeme imkân ve kolaylığı eline geçmesine rağmen elindeki parayı başka kanallara sevk ederek hem ticari muhatabını hem de alış veriş güvenliğini ertelemek/risk etmek diye uzun uzadıya sıralayabileceğimiz ticaret hayatıyla ilgili durum bilgilerini nasıl izah edeceğiz?!

Son söz:

Kimi zaman düşman ve ölüm korkusuyla (küresel emperyalizm, kartel sermaye, silah sanayii, terör vs.), kimi zaman kıtlık-kuraklık ve açlıkla (global piyasada dalgalanmalar, ekonomik kriz, gelir eşitsizliği, açlık ve ölümler), kimi zaman da mallarda, canlarda ve ürünlerde bir kısım kayıplarla (küresel ısınma, doğal afetler, ekolojik düzenin bozulması, türlerin yok olması ve endüstriyel sanayiinin bütün bu gelişmeler üzerindeki baskın etkisi) sınanmasına rağmen yaşadığı savrulmanın sorumluluğunu üstlenip kendine çeki düzen vermeye çalışanlar/sabredenler için,

dünyanın türlü süsüne, dalaveresine, toz pembesine ve geçiciliğine rağmen ahiretin parıltısına, gerçekliğine ve kalıcılığına yüzünü dönüp maddenin büyüsünden sıyrılanlar için,

evde, okulda, pazarda, caddede, hastanede, efendime söyleyeyim her yerde ahlaki hassasiyetlere sımsıkı sarılıp yaratıcının rızası ve kamunun memnuniyetini kazanan; çoğu zaman dinin ve ahlakın telkin ettiği güzellikleri yaşamak için şahsi tasarruflarından feragat eden; yaşam hakkını, özgürlüğünü, mülkiyetini ve her türlü tasarrufunu sırf yüce bir hakikatin sıcaklığını/sonsuz iç huzuru yaşama adına feda edenler için ne diyor Allah?:

‘’O sabırlı kullar başlarına bir musibet (ölüm) gelince, ‘’Biz zaten bu dünyada Allah’a kulluk için varız. Elbette O’na döneceğiz’’ derler. İşte rableri onlara her türlü desteği verecek, şefkat ve merhamet gösterecektir. İki cihanda bahtiyar olacaklar da onlardır’’ (Bakara 2/156-157).

bottom of page