BUNALIM ÇAĞINDA DİNDAR OLMAK
Nietzsche kadar olmasa da yaşadığımız çağın ve toplumun temel sorunlarına eğilebiliriz belki. 17.y.y.Avrupası’nda yankılanan ‘’Tanrı öldü!’’ sözü hafızalardan silinmese de kör vicdanlı kapital düzene yeterince etki edememiş olsa gerek, yerküre hala dünyevileşmenin esareti altında. Sadece Avrupa’yı/Batı’yı değil tüm dünyayı kasıp kavuran bir savrulmanın içindeyiz. Evrensel bir yükselişle tanrılaşan kartel sermaye din, dil, ırk, renk vs. ayrımı gözetmeden her yere sızmış durumda. Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimiyle akılcı ve endüstriyel bir dönüşüm geçiren dünyanın önceki yüzyıllarda olduğu gibi ‘medeniyetsel’ rüyaları, hayalleri, hedefleri yok. Pramidin en tepesinde dönen dolaplara aklımız, fikrimiz, gücümüz hiç ermiyor.
Geçici huzur ve sorunsal döngü karşısında ‘ne yapacağını bilemeyen’, yenilmemiş ama yılmış ve bunalmış kitlelerin her gün yeni bir arayış/kurtuluş çabasına düşmesini ‘nihilizmin ayak sesleri’ diye çerçevelendirsek yanlış olmaz umarım. Zira toplumsal tecrübe gösteriyor ki insan, bireysel ve sosyal ödevlerini yerine getirirken tıkandığı yerde de facto bir uptadeye/güncellemeye ihtiyaç duyar ve nesnellik iddiası taşıdığı kadar aynı zamanda öznel mahiyetli bir ‘öze dönüş’ çağrısı yapar. Mevcut/reel sorunların çözümü için derde deva olacak imgelerin, söylevlerin ve eylemlerin aslına, kaynağına, diğer bir deyişle arketipine başvurma kanaati hakim olur. Söz konusu ‘öze dönüş’ çağrıları müsbet bir niyetle yola koyulsa da tenkid ve tutarlılık tekliflerinden azade değildir. Zira bir şeyin aslına dönüş, dönüşümün zaman, mekan ve imkanlarını temin etmede yahut realiteye intibakını sağlamada hem ikna olmuş kamuoyuna hem de yazınsal/kültürel birikimi başarıyla aktaracak bilgi ve düşünsel tecrübeyi kullanma bakımından zaruriliklerle mükelleftir. Hal o ki bu da öncelikle süreç işidir. Nasıl ki çözülme ve çöküş bir çırpıda tezahür eden bir durum değilse aynı şekilde yapılanma ve inşa da bir anda meydana gelebilecek bir şey değildir. Bu süreçte insan/birey aciliyet duygusunu yaşarken aynı zamanda çözülmenin ruhta bıraktığı hantallığı da aşmakta zorlanır. Biz bu yazımızda sorunlar karşısında ‘ne yapacağını bilemeyen birey’ modelini duyarsızlaştıran/uyuşturan saikleri psikolojik, sosyolojik ve psikanalitik açıdan tedkik edeceğiz. Beraberinde duyarlı, dinamik ve etkili olabilme konusunda din ve dindarlığın katkısını ölçmeye çalışacağız.
Küreselleşme, Din ve Dindarlık
-Dünya ve ahiret mutluluğunu arayan dindar bireyin motivasyonunu bozan küresel etkileri aşmada küreselleşme bir araç olarak işlev görebilir mi?-
Küreselleşme, insanla ilgili olan ne varsa (teknoloji, ekonomi, siyaset, hukuk, sanat vd.) tarifine giren geniş yelpazeli bir süreçtir. Yayılmacıdır. Geleceği daha güzel ve yaşanılır kılma, insan hakları, çeşitli özgürlükler, yerel baskı ve sömürge yapılarından kurtulma gibi evrensel ve iyi maksatlı olsa da bütün dünyayı insanlık adına şekillendirme arzusu kendi açısından ve çıkarlarından hareketle[1] olduğu için bütünlük ve tutarlılık bakımından tartışmaya açıktır. Her ne kadar menşei ABD olsa da küreselleşmenin farklı tipolojileriyle karşılaşılmamış fakat farklı toplum ve kültürlerde uygulama alan ve biçimleri değişkenlik göstermiştir. Yeri gelmişken ifade edelim ki tarihte dinler, toplumlar ve kültürler mevcut hacmini ve potansiyelini aşma, evrensel bir etki bırakma, tüm dünyada hakim olma gibi bir hedefi her zaman gerekli görmüşlerdir. Dışa dönük şekilde geliştiği için dinlerin evrensellik gayesiyle küreselleşme birbirine benzemekte fakat düşünsel kodları bakımından birbirinden çok farklıdır. Aynı zamanda küreselleşme dinle gereksinim açısından ilişki kurabilmekte fakat küreselleşme dinin evrenselleşme ihtiyacını yeterince karşılayamamaktadır. Dolayısıyla din ve dindarlık tarafında ‘küreselleşme karşıtlığı’ tezahür etmektedir. Öyle ki Batı dünyasında bile bu nevi karşıtlığın izlerini görmek mümkündür. 1907 yılında Papa X.Pius’un, küreselleşme sürecinin en önemli enstrümanlarındanmoderniteyi dinin bizzat kökünü kesen bir baltaya benzetmesi[2] mevzu bahis karşıtlığa verilebilecek örneklerden sadece biridir.
Küreselleşme ilkelerini dünya/reel yaşam ekseninde belirlerken, dinin ortaya koyduğu ilkelerde dünyaya ek olarak ahiret vurgusu da vardır. Özelde İslam dini, dünya ve ahiret dengesini gözeterek inananlara hitap etmeyi prensip edinmiştir.
Küreselleşmede kültürler arası geçiş zorunluluktur. Çünkü kendi kültür terkibini, dünya görüşünü geliştirebilmek için dışa dönük ilişkilere açık olmak icap eder. Gerek iyilik ve erdem adına gerekse de kâr-zarar refleksiyle varılan bir kanaat, düşünce ya da bir unsur doğup geliştiği kültürün sınırlarını aşmalıdır ki iyi bir temsile yahut faydaya matuf olsun.
Küreselleşme siyaset, ekonomi, sanat, edebiyat vs. hayatın her alanına hitap eder. Benimsediği değerleri ulusal ya da uluslararası refahı temin etmede medeniyet nişanesi olarak görür. Bu yolda çağın tüm imkan ve gereksinimlerini kullanarak projeler geliştirir, gündem oluşturur, algıları yönetir, belirleyici ve hakimdir.
Aynı zamanda küreselleşme:
-
Özneldir. Doğup geliştiği kültürün değer yargılarına, inancına ve maslahatına göredir. Herhangi bir şey Batı kültürüne uygun değilse değişmelidir/değişmek zorundadır. Devletlerin yönetim şekilleri, iktisadi planlarından toplumsal ilişkilerde bireylerin davranış biçimlerine kadar her şeyde Batı’ya görelilik aranır. Bu anlamda Batı kültürü her zaman diğer kültür ve medeniyetlerden bir adım öndedir, genel kabuldür.
-
Pragmatisttir. Din ve toplumlarla kurulan ilişkilerde küresel intibak için fedakarlık aranır. İnancından, değerler sisteminden, erdemlerinden , alışkanlıklarından (örf-ü adet) feragat edebilmek, Batı’daki kabulüyle ‘özgürlüğün’ önündeki engelleri ve tabuları yıkabilmek küresel refahın sağlanması için elzemdir. Hıristiyan vatandaşlar inançlarını özgürce yaşayabilirken AB’ne katılacak Müslüman bir ülkeden ‘namaz’ gibi yapı taşı bir ibadet şeklinden vazgeçmeleri bile beklenir: her şey küreselleşme, uluslararası refah için.
-
Tutarsızdır. Uluslararası mutabakat ve evrensel refahı savunurken ‘Savunma Sanayii’ adı altında geliştirilen silah sektörünü terörizm döngüsüne sunar, şehirleri ve medeniyetleri yerle bir eden çatışma ve savaşların kovuşturuculuğunu yapar, sonra da ‘bölgeye barış getirme’ vaatleriyle bölgeye yerleşerek şehrin ve toplumun kültürel kodlarını değiştirme teşebbüsünde bulunur: her şey küreselleşme, uluslararası refah için.
Burada temel soru ya da sorun şudur: Mihmandârı olarak Batı’yı bildiğimiz küreselleşme tecrübesi acaba başka bir yerellik ve bağlamda daha farklı mı tezahür edecek? Yoksa aynı saçmalığı (kendine göre’liği) zirveye oynayan medeniyet ve kültürler de mi yapacaktır? Benim tezim de tercihim de işte bu üçüncü seçenek üzere kuruludur. Üçüncü seçenek nedir?:
-
Evrensel olan her şey yerellikten bağımsız değildir. Evrenselliğin geleceği yerkürenin geleceğidir. Küreselleşmenin belli bir kültürle sınırlandırılması, yerelliğin de sınırlandırılması anlamına gelir. Oysaki yerellik, tüm dünya milletlerini ve insanlığı ilgilendiren geniş yelpazeli bir durumdur. Dinsellik de dahil küreselleşme ayrıcalıklı bir pozisyonda bırakılamaz. Dinlerin evrensel mesajı içinde öncelikle ‘imanda zorlama’ diye bir şey yoktur. Farklı dinler ve müntesiplerle toplumsal oydaşım üzere kurulu mutabakat tecrübesi esastır. Dinlerin ve milletlerin ‘baskın’ nitelikte küreselleşme sürecine dahil olmaları, bizi bugünden daha ileriye götürmeye yetmeyecektir. Küreselleşme çatışma, savaş ve korku tiranlığına neden olan tüm öncüllerinden arındırılmak mecburiyetindedir.
-
Küreselleşme insanlığın kaderini belirleme girişimidir. Bunu dinler de milletler de onaylamaktadır. Ancak Tanrı’nın insanı özgür bıraktığı alanda ‘özgürlük’ üzerine Tanrı’dan bağımsız teoriler geliştirmek, küreselleşmeyi dünyanın sonunu getiren büyük bir bomba konumuna getirir. Küreselleşme süreci, kendini dev aynasında Tanrı olarak görecek yanılsamalardan da arındırılmalıdır. Keza kibir, riyâ, ihtiras ile kendini yeterli görme yerküreyi var eden yaratıcıya isyan anlamına geleceği gibi –Tanrı’nın varlığına inanmayanlar için de- yerkürenin sonunu getirecek, tüm doğal-yapay kaynaklarımızı kontrolsüz şekilde tüketecek şekilde bir savrulmaya neden olacaktır.
-
Küreselleşme hukuk nosyonunu belirlerken dayatmacı bir tutum sergilemeyecek, farklı toplum tecrübelerinde beliren hukuk anlayışlarını tek tipleştirme gayesi gütmeyecektir. Medeni hukukla dinler hukukunu çatıştıran farklılıklar, toplumsal realiteden dolayıdır. Hukuki-fiili yasama ayrımına giderek uluslararası planda herkesin mutabık olduğu ilkeler tespit edilecek, yerellik arz eden ilkeler milletlerin tasarrufuna bırakılacak, böylece ‘uluslararası mutabakatlar’ın iç meselelerde toplumsal talebi gölgelemesinin de önüne geçilecektir.
-
Küreselleşme sağlık mefhumuna ‘sektör’ gözüyle bakmaktan vazgeçip tıp ilminde ihtisası ve bilimsel birikimi ‘millilik’ gibi heyecanlardan uzak tutarak tüm dünyayla paylaşma erdemini göstermelidir. Aynı şekilde tıbbi birikimi iktisadi ve ekonomik gelişme için bir kaynak ve sağlık hizmetlerini yüksek kâr aracı olarak görme ayıbından insanlık adına vazgeçmelidir. Biz Doğu milletleri olarak Hümanizma’yıtenkid etsek de görmeden edemeyiz ki din, hukuk ve tıp gibi insanlık gerçeğini ilgilendiren temelkonularda Hümanizma’nın bile yumuşak bir karnı vardır.
-
Dünyada onca savaş, istila, sömürü ve yağma devam ederken dünya milletleri küreselleşmenin ekonomi-siyaset ayağında ortaya çıkan sorumsuzluk ve zulümlere küresel planda müdahale edebilmelidir. Pazarın hakimi müşteridir. Ticarette ve siyasette insanlık onurunu koruyacak direniş ve temsiller geliştirmek için insanlığı bunalıma sürükleyen psikolojik-sosyolojik açmazlarımızdan kurtulmak için çağın ‘insanlık çağı’ olduğu gerçeği yolunda hep birlikte farkındalık oluşturup çalışmamız gerekmektedir.
-
İktisadi gücü yüksek ekonomilerin tüketim kültürü yoluyla sömürdüğü üçüncü dünya milletlerine/kaynağına üretim konusunda gelişmeleri için engel değil destek olmaları, dünyanın her yerinde insan-zihin gücünden yararlanarak ve geri kalmışlığı bitirerek ‘yeryüzü cenneti’ne yatırım yapılmalıdır. Asya’dan Afrika’ya, Avustralya’dan Antartika’ya dünyanın her yerinde doğal yaşamı modern teknolojiyle buluşturarak şehirler inşa etmeli, kültürlerarası geçişlilik ve ilişkileri şeffaflaştırarak küresel kalkınma yolunda adım atılmalıdır.
-
Dinler ve dindarlarla ilişkide eklektik bir tutumdan hareketle çatışma ve tefrika güdüsünden beslenerek teoloji üreten yönelimleri, dinlerin toplumsal oydaşım ve hukuki ilişkiler teklifine yeniden getirerek, her dinin ve inancın kendi mecraında insanlık ve iyilik namına icraata dönmesi konusunda ikna edilmelidir.
-
Bilim ve felsefede insancılık yerine insanilik, akılcılık yerine aklilik, dincilik yerine dinsellik vb. prensip edinilmeli, siyaset, edebiyat, sanat, teknoloji vs. hayata dair her alanda sorunların çözümü ve gelişim adına düşünsel yetisi, algı ve kavrayış düzeyi yüksek bireyler yetiştirecek eğitim ve öğretim kalkınması planlanmalıdır.
Küreselleşmenin en önemli araçlarından biri olan modernizmi, postmodernizmi, bu akımların tebarüz ettiği dönemler itibariyle yapısalcı ve işlevselci kuramların katkısını, daha özelde popüler kültür ve dönüşüm-değişim reflekslerini irdelerken –sonuçları mesabesinde- dinin ‘sekülerleşme ve dünyevileşme’ açısından küreselleşmeye bakışını, çatışma ve uzlaşma noktalarını tespit etmeye, mevcut tespitleri gözden geçirerek yeni bir perspektif arayışında bulunmaya çalışacağız. Böylelikle bunalım çağından insanlık çağına geçişin yollarını arayacak, ‘küreselleşmenin yeni yorumu’nu temellendirmeye çalışacağız.Tabiki bir sonraki yazımızda. Hoşça, sağlıkla kalın efendim.
[1] Niyazi-Akyüz-İhsan Çapçıoğlu, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, Ankara 2011, s.349.
[2]s.351.