top of page

İSLAM MEDENİYETİNDE MEDİNE VE ŞEHİRLEŞME

Dünya tarihi

tabiatla iç içe yaşayan insanın evrene bıraktığı izlerle doludur. Paleolitik çağdan günümüze türümüzün yaşam mücadelesi keşif etkinliğine doğru gelişmiş, ilkellik yerini zamanla uygarlığa bırakmıştır. Aslında her keşif, insana farkındalık düzeyi kazandırmıştır. Antropolojik veriler bu gelişimin doğrusal olmadığını, diğer bir deyişle her zaman, mekân ve özne için aynı şartlarda tebarüz etmediğini göstermektedir. İlerlemeci ve döngüsel tarih okumaları nispeten gelişim fikri uyandırsa da tabiat, insan ve zaman ölçeğinde yaşamın çekimsel bir süreçle aktığını görüyoruz. Süreci etkileyen faktörler ise insanın hayatını sürdürebilmesi için gereken ihtiyaçlar hiyerarşisi başta olmak üzere savaş, istila, göç ve doğal afet gibi çevresel etkilerdir. Tarihi olay ve sosyal olguların sebep-sonuç ilişkisi içinde nesnel açıklamasını yapmak, böylece toplumsal değişme yasalarını tespit etmek üzere dini, ekonomik, siyasi, coğrafi ve kültürel gelişmeleri dikkate almak gerekir. Zor tabiat şartlarında avlanıp toplayarak besin ihtiyacını karşılayan insanın nasıl hemcinsleriyle beraber organize hareket edebilen bir varlık düzeyine erişebildiği de aynı gelişmelerin sebep-sonuç bağında saklıdır.

Biz yazımızda medeniyetin fikri temellerini, ortak özellikler gösteren toplumsal grupların (kavim, millet vb.) bölgesel medeniyet tecrübelerini, farklı özellikler taşıyan toplumsal gruplarla kurulan ilişkileri ve nihayet efrâdını câmi ağyârını mani bir medeniyet anlayışına varabilmek için Medine (Yesrib) örneğini inceleyeceğiz. İslam medeniyetinin tekâmülünde Arap Yarımadası’nın, daha özelde Hicaz coğrafyasının ve daha da özelinde Medine’nin oynadığı rolü tetkik edeceğiz.

Medine etrafı Uhud, Air dağları, Vakım ve Vebereharresiyle (volkanik lav akıntısı) çevrili geniş düzlük bir alandadır. Zengin su kaynakları, akarsular ve tabanında yumuşak tabakalı vadilerin bulunduğu jeolojik bir düzleme sahiptir. Semhûdi, Medine’nin bilinen en eski adının Yesrib olduğunu ve ismini buraya ilk yerleşen kişi olanYesrib b. Vail b. Kâyine b. Mehlâbil’den aldığını kaydeder. İlk yerleşimin ne zaman gerçekleştiğine dair kesin bir bilgi olmamakla beraber, ilk yerleşenlerin Amâlika, Yahudiler, Evs ve Hazrec olduğuna dair rivayetler vardır. Hicretten sonra Hz. Peygamber şehre moral anlama sahip isimler verilmesini istemiş, bu meyanda temiz ve güzel şehir anlamına gelen kelimeler kullanılır olmuştur. Medine kelimesinin kökeni ile ilgili iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre Medine Arami dilinde ‘’mahkeme yeri’’, ‘’şehir’’ anlamlarına gelen ‘medinta’dan alınmış ve buradan İbraniceye aktarılarak ‘’bir yöneticinin nüfuz alanına giren yer’’ şeklinde kullanılmıştır.[1] İkinci görüşe göre ise Arapçada ‘müdün’ ve ‘deyn’ kökünden türeyip ‘’şehre gelmek, ikamet etmek, yerleşmek ve yeryüzünde yerleşmeye uygun ve kale yapılan yer’’ anlamına geldiği ifade edilmiştir.[2] İkinci görüşten türeyerek kelimenin ‘temeddün’  şeklinde kullanımı da ‘’şehirli veya medeni hayat yaşamak’’ anlamına gelir. Medeni ya da medîni olmak, şehre mensup olan ve şehirli demektir.İbn Haldun’un hem bedeviliği hem de medeniliği birlikte kullandığı ümran kelimesi terminolojiye girerken tarihi süreç tehadâre, uygarlık, civilisation gibi farklı kullanımlar ortaya çıkmıştır.[3]Medeniyetin ya da medeniliğin kazandığı anlamların ortak noktası ise şehir hayatının sosyo-kültürel, kurumsal ve siyasal bütün kazanımlarını ifade ediyor olmasıdır. Kuruluşundan günümüze Yesrib’i Medine yapan faktörlerden ilki, farklı köken, etnisite ve kültürden insan gruplarının aynı mekân ve zaman paydasında ortak amaçlar etrafında bir araya gelebilmesidir. Ortak amaçlar ise insanın tek başına karşılayamayacağı ihtiyaçlarını dayanışma ve iş bölümü kapsamında karşılaması, fertlerin bütününe hitap eden bir mutluluk ve erdem senkronizasyonu sunması şeklinde ifade edilebilir. İkincisi, sadece topluluk şeklinde yaşamakla yetinmeyip fertler için sosyal adalet gibi moral değerleri tesis edebilmektir. Üçüncüsü ise ilim ve sanatın egemen olduğu, zarafetin, inceliğin ve estetiğin bütün toplumu kuşattığı amaçsal gerçekliktir.

Peki, Medine’nin tarihsel süreçte kazanmış olduğu mevcut toplumsal yapıda dinin rolü nedir? Din entelektüel birikimin bir parçası mıdır? Yoksa şehre yeni bir mahiyet ve içerik kazandıran ivme/güç müdür? Aslında bu sorunun cevabını Medine İslam Devleti’nde bulacakken konuyu biraz daha derinleştirmek adına yeni bir soruyla mukabele etmek istiyorum: İslam ve medeniyet arasında parça-bütün ilişkisi mi vardır? Ya da bir dinin medeniyetle eş anlamlı şekilde sunulması,ortak özellikler gösteren toplumsal grupların bölgesel medeniyet tecrübelerini mi ifade eder? Eğer bunu doğru kabul edersek dinin evrensele, medeniyetin de yerele motive yapısını nasıl yorumlayacağız? Batı düşüncesine odaklı modern kuramlar dini medeniyetin kaynakları arasında değerlendirmezler. Tabi bu değerlendirme biçimine, 16.yüzyıldan günümüze Kıta Avrupası’nda meydana gelen köklü dini-siyasi değişmeler başta olmak üzere dinin alan kaybetmesi, sosyal yaşamdan kiliseye doğru çekilmesi, küresel-seküler dönüşüm karşısında güç kaybetmesi neden teşkil ediyor olabilir. Tarihteki diğer köklü medeniyet havzalarında olduğu gibi Müslümanların medeniyet merkezlerinde –Harameyn başta olmak üzere- din, ahlak, adalet, merhamet ve dayanışma gibi yüksek değerleri organize eden etkili bir güç olmuştur. Hicaz’dan Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyaya varana dek her yerde din medeniyete kaynaklık ederken aynı zamanda medeniyet de İslam’ın vizyonu, yüzü ve temsili olmuştur. Gelelim Medine’de medeniyetin kurucu temellerine…

Kurucu Medeniyet: Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde şehrin idari, askeri ve sosyal yapısına yenilikler getirmiştir. İslamiyet’in en önemli özelliklerinden biri, ulaştığı insan ve toplumları dönüştürerek fertler arasında daha önce olmayan kurucu müştereklikler ortaya çıkarmasıdır. Kabileyi esas alan üyelik anlayışı ve dar otorite kalıpları yerine yeni bir siyasi üyelik tanımı getirmiş, bu yönde Medine Vesikası farklı inanç ve kültür gruplarını sosyal hayatta olduğu gibi hukuki ve idari alanda da bir araya getiren bir toplumsal sözleşme olarak tarihe geçmiştir. Yahudiler, Evs ve Hazrec arasındaki çatışmalar muâhat (kardeşlik) ve sözleşme bağıyla ortadan kaldırılmıştır.[4]Hz. Peygamber’in hicretten önce irtibatı sağlamak üzere Evs ve Hazrec kabilelerinden on iki nâkib seçtirmesi de[5], toplumsal mutabakatın temellerini güçlendiren saiklerden biri olmuştur. İslam’ın kurucu kültür tecrübesinde medeniyet anlamında şehirli olmak: dar-yerel mensubiyetleri aşarak kanun ve kanun önünde eşitlik fikrine inanma, farklı inanç ve kültür gruplarına saygı gösterme, ortak yaşam alanında farklı gruplarla sosyal ilişkileri adalet ve merhamet ilkeleri üzere kurma, idari ve sosyal hayatta organize hareket edebilme anlamlarına gelmektedir. Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde şehirde daha çok Yahudilerin oturduğu taştan, üç katlı, sayıları altmışa kadar çıkan ve kale olarak kullanılabilecek büyüklükteki evlerin korunmasını istemiş ve zamanla bunlara yenileri eklenmiştir. Şehir planı Mescid-i Nebevi merkez olmak üzere yenilenmiş ve bazı yapılar korunmuş, yeni yerleşme düzeninde mahalle sayısı artarken bazı kenar semtler de şehre katılmıştır. Ekonomik refah arttıkça da geniş ve güzel evler yapılmıştır.[6] Daha da önemlisi bütün bu yenilenme süreci rıza, uyum ve kolektif bilinçle özgünlüğünü kazanmıştır. İslam dini, Medine’de insana ve çevreye verilen değerle çatışmayacak, aksine daha güçlü ilişkiler kurmaya katkı sağlayacak teolojiyi sosyal gerçeklikle buluşturmuştur.

Otantik Medeniyet: Medine’de ekonomik hayatın temelleri, yeri bizzat Hz. Peygamber tarafından belirlenen çarşının kurulumuyla atıldı. Hicretten sonra Medine’de yapılan ilk nüfus sayımında 1500 Müslümanın[7] ve asgari 8500 gayr-i müslimin yaşadığı belirtilmektedir. Genel nüfusu 10-20.000[8]arasında değişen tahminlerle birlikte düşündüğümüzde tarım, hayvancılık ve ticarette kalkınma sağlayabilecek bir kitleden bahsedebiliriz. Daha da önemlisi yeni kurulan idari ve toplumsal düzen Medinelilere huzur ve güven ortamı vaat ediyordu. Farklı inanç ve kültür grupları, muhtemel sıkıntılar karşısında çatışmaya gerek duymadan, herkesi bağlayan hukuki ve idari yönetime başvurarak meseleleri uhulet ve suhulet içinde halledebilirlerdi. Huzur ve güven ortamına da en çok çarşıda ihtiyaç duyulmaktaydı. Yeni kurulan çarşıda tarım ve hayvancılık konusunda bilgi sahibi olan ensarla ticaret konusunda tecrübeli olan muhacirler arasında bilgi ve tecrübe alışverişi Medine’de ticaret kültürünün gelişmesine katkı sağlıyordu. Diğer yandan çarşı kamu alanı sayılıyor, dolayısıyla çarşıda yer edinmeye, kiralama ve eşyaların sabitlenmesine izin verilmeyerek herkese açık bir alan olarak kalması sağlanıyordu. Bu düzenleme, Medine halkı arasında gelir dengesizliği meydana getirebilecek rantçı, menfaatçi ve dünyevi bir ahlaki kırılmayı engellemeye, hukukun tanıdığı fırsat eşitliğini pratik hayatta herkesin şahsında korumaya yönelikti. Yahudiler Medine’den ayrıldıkları zaman şehir ve çevresinde 60.000 kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Artan nüfus oranı Medine’nin zamanla ticaret merkezi haline geldiğine, ekonomik ve toplumsal hayatta atılan adımların refah ortamını tesis ettiğine işaret etmektedir. Otantik: sürekli, canlı, kendini yenileyen, geliştiren, dışa açık bir yaşam algısı Hz. Peygamber döneminde Medine’de şehirleşmenin en önemli ilkelerinden biri olmuştur. Tarihte Emevi ve Abbasi politikaları Medine’nin merkezi-kültürel konumunu tehdit etse de şehir, günümüze dek dini-kültürel bir merkez olma özelliğini korumuştur.

Evrensel Medeniyet:Doğuşu ve gelişmesi sürecinde İslam medeniyeti Bizans (Yunan), İran, Hint ve Çin olmak üzere dört medeniyetle karşılaşmıştır. Kısa sürede Ortadoğu, Avrasya, Asya, Hint alt kıtası, Endülüs, Endonezya ve Afrika’da yayılma gösterdi. Müslümanlar ulaştığı her yerde halka şefkat ve merhamet gösterdiler. Farklı kültürler ile etkileşimin bir sonucu olarak Müslümanlar entelektüel bir sıçrama yaşadılar; teknik ve amacı, madde ve manayı iktisap edecek kültürel birikime ivme kazandırdılar. Müslümanlar fen, ilim, sanat, iktisat, tıp, edebiyat ve felsefe gibi ilimlerde, dünyadaki dönüm keşiflerine temel teşkil edecek buluşlara imza attılar. Batılı Hıristiyan milletlerce ‘’imansız barbarlar!’’ denilen Müslümanlar eskilerin hikmetini, Platon ve Aristo’nun yüksek fikirlerini, Hipokrat ve Galen’in tıbbi birikimini, Ptolemy’nin astronomi ve matematiğe dair öğrettiklerini kendi dillerine tercüme ederek, bütün bu mirası kendi düşünce ve deneyimleriyle zenginleştirdiler.[9] Günümüzde Batı küreselleşmede ne kadar mahirse tarihte de Müslümanlar yerelin özgünlüğünü bozmadan evrenselleştirmede o kadar mahirdiler. Bu, savaşların, yıkımların ve istilaların kuşattığı eski dünyada medenileşme bakımından çok yüksek bir tecrübedir.

Hem Batı’nın medeniyet telakkisini hem de Batı’nın gözünden İslam dünyasının medeniyet tecrübesini anlamak için şarkiyat çalışmaları bize yeterli fikri verir kanaatindeyim. 1920-1950 yılları arasında Batı’da özellikle Fransız araştırmacılar (G. ve W. Marçais R. Le Tourneau, J. Sauvaget, J. Weulersse) tarafından Arap dünyasındaki şehirlerin hangi kentsel tipe ait olduğunu tespit etmek için ‘İslami şehir’ teorisi geliştirilmiştir[10]. Antik şehre veya Ortaçağ’da Batı’daki şehirlere kıyasla ve menfi bir bakış açısıyla yapılan bu çalışmalar bilimsel temellendirme bakımından tartışmaya açıktır. İddialara göre İslami şehir, mahallelerin bir araya gelmesinden oluşan inorganik ve gevşek bir yapıya sahip, şehir meclisleri bulunmayan ve kendine özgü hukuki bir statü ve yönetim biçimine sahip olmayan bir yapıdadır. Ayrıca on üç asır boyunca da hiçbir değişiklik göstermez.[11] İlginçtir ki bütün bu iddialar hipotezden öteye geçemez. Zira iddia, ortaya çıktığı zamanlar Fas’tan Çin’e, kutuplardan Afrika’ya kadar Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda hiçbir coğrafi veya kültürel referansa dayanmamaktadır. Fransız şarkiyatçıların deyimiyle-İslami şehirler aslında- radyo-konsantrik prensibe göre örgütlenmiş bir yapı arz eder. Şehir, merkezinde camii olacak şekilde prestijli ve yüksek gelirli faaliyetlerden daha az gelir getiren faaliyetlere doğru merkezden çevreye yayılan bir kuruluşa sahiptir.[12] Yönetici ve bilginler merkeze yakın mahallelerde iskân ederlerken halk çevre mahallelere doğru mesken tutmuştur. Şehrin bu aurası ilk etapta toplumsal sınıf ayrımını akla getirse de Müslümanların yaşadığı şehirlerde bu fikri çürütecek organik yapılanma örnekleri vardır. Ayrıca İslami şehir teorisi müspet bir zeminde ele alınacaksa eğer Mekke, Medine ve Kudüs başta olmak üzere medeniyete öncülük etmiş şehirlerin kuruluş, gelişim ve açılım aşamalarını öncelikle tedkik etmek gerekir.

Günümüzde Medine artan nüfusuyla (2004 yılı başlarına ait tahminlere göre 868.000) Suudi Arabistan’da mıntıka (metro-kültürel) şehir özelliğine sahip olup, hac ve umre sebebiyle milyonlarca hacının Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret etmek için uğradığı merkezi, dini ve kültürel potansiyelini korumaktadır. Medine halen İslam’ın medeniyet tecrübesini meskûnlarına ve ziyaretçilerine yaşatan, kutsallığıyla Müslümanların gönlünde yer eden saygın bir şehirdir.

 

 

[1] Nebi Bozkurt-Mustafa Sabri Küçükaşçı, ‘’Medine’’, DİA, Ankara 2002, XXVIII, s.305-306.

[2]İbnManzur, Lisanu’l-Arab, ‘mdn’md.,XLVI, s.4160-4161, Dâru’l-Mârife.

[3] İlhan Kutluer, ‘’Medeniyet’’, DİA, Ankara 2002, XXVIII, s.296.

[4] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Beyan yay., İstanbul 2009, s.159-161.

[5]A.g.e., s.138-140.

[6] DİA, ‘’Medine’’, s.309.

[7]Hamidullah, s.162.

[8] DİA, ‘’Medine, s.310.

[9] Ziya Kazıcı, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İFAV, İstanbul 2010, s.23.

[10]AndreRaymond, DİA, ‘’Şehir’’, XXXVIII, s.449.

[11] DİA, ‘’Şehir’’, s.450.

[12]A.g.e., s.450.

bottom of page