KÜLTÜR TRAVMASI BAĞLAMINDA AİLE TERAPİSİ
-BİR EVLİLİK PARODİSİ-
Yoğun bir haftanın ardından pazar dinlencesinde...
belki akşam eve gelip günün yorgunluğunu atarken ya da bankada sıra beklerken www.bafra55.netin yayın akışında postumu gördüğünüzde sizinle söyleşelim istedim. Yazılarımın ilgi bağlamı akademik konular olunca ister istemez kullandığım dil de ağırlaşıyor. Dilimi sadeleştirmem gerektiğine dair gelen yapıcı eleştirilere hakkını vermek istiyorum. Ama bir taraftan, her şeyi kolayca elde etme istencinin sardığı modern çağ trajedisinin fastfood (hazırcı) alışkanlığını aşarak anlam dediğimiz şeyin kolayına ele geçirilmediğini de unutmayalım derim. Nitekim anlam bir yolculuktur. PauloCoelho’nunSimyacı’sında yaşlı adamın çobana verdiği gösterge, uğruna bedel isteyen yolculukların sonunda hazineye (anlama) ulaşabileceğini söylüyordu. Mısır piramitlerinin yanına varana dek çobanın yaşadığı ikilem ve içsel fırtına hırçın bir yolculukla Doğu’nun hikmetine varabileceğimizi gösteriyor. Bu yazıda ise artık bütünüyle anladığımıza kanaat getirdiğimiz şeylerin özüne inip neyi ne kadar anladığımızı, sorgulanması gereken karın boşluklarını, tamam dediğimiz yarımları çeyrekleri irdeleyecek ve bütünsellik uğruna yola çıkacağız. Sadece yola çıkmak… Hedefe varıp varmamak, geri dönmek ya da kaybolmak sizin elinizde. İyi okumalar dilerim…
‘’Çocuğu ne zaman everiyon?’’ sorusuna herkes aşinadır. ‘’Evlilik ne zaman?’’ sorusu hakeza, tıkanmış yüzeysel dostlukların/sohbetlerin can simidi adeta. Evliler için de durum farklı değil tabii ki. Onlar için de ‘’Ne zaman çocuk yapıyorsunuz?, ikinci, üçüncü çocuğu düşünmüyor musunuz?’’ gibi hadsiz sorular da var. El âlemin maşallahı var, arı kovanındaki sütçü başı arılar gibi vızır vızır çalışıyor. Bu ilginç diyalogları psikanalize tabi tuttuğumuzda iç boş kof bir görüntü karşımıza çıkıyor. Ve bunu saptamak için de Freud, Jung, Adler, Fromm, Tarhan ya da Sayar olmaya gerek yok aslında. Zira herkes ‘’herkesin sadece konuştuğunu’’ aynı özgüvenle dile getiriyor. Dinlemek, düşünmek, anlamak ve bu süreçleri geçirmeden yorumlamamanın erdem olduğunu hatırlatmaktan da artık hayâ eder olduk.
Kültür travmasının altına kalın ve italik harfler ile imzamızı atıyoruz. ‘’Çocuğu ne zaman everiyon?’’ sorusunun bir geçmişi var. Türkiye sosyolojisi için konuşuyoruz. Kırsal aile tipinde anne, baba, dede, nine ve çocukları bir arada görüyoruz. Aile ilişkileri, iş bölümü ve aidiyet merkezi bir çatı altında ortaya çıkıyor. Ailenin reisi olan baba hukuki ve vicdani bir figür, anne ve çocuklar ise hak ortaklığını oydaşımla yaşayan tebaa. Bu sorunun kırsal aile tipinde bir karşılığı var. Çünkü yaşam şartları kırsal aile tipinde bunu gerektiriyor. Kırsal aile için zamanı biraz daha ileri saralım. 1950’lerden itibaren kırdan kente göçün dalgalanmasıyla Türkiye’de artık yeni bir aile tipi nevzuhur ediyor. Adına kentsel aile tipi diyoruz. Artık aile geniş yapısını çekirdek yapıya eviriyor. Merkezi çatı aile/usül daha küçük kümelere ayrılınca iş bölümü de tekilleşiyor. Anne, baba, çocuklar, dede, nine ve amcayı aynı merkezi çatı altında tutan merkezi bir oydaşım yapı-sökümüyle anne, baba ve çocuk şeklinde yeni bir form kazanıyor.
İbn Haldun’un ‘’coğrafya kaderdir’’ deyişini küreselleşen dünyanın toplumlarüstü dönüşümünde yorumlamakta zorlanıyoruz. Türkiye toplumu kırdan kente göçle aslında bir kaderden başka bir kadere doğru yöneliyor. Ortada bir irade, tercih söz konusu. Bugünün Türkiye’si için kazanımların da kayıpların da sorumluluğu elin gâvuruna değil, yine bize ait. Daha iyi yaşam şartları için kırdan kente göç etmeyi isteyen bizdik. Daha çok para kazanma, daha yüksek statüde toplumda var olma, daha güzel arabaya binip eve sahip olma, son model oturma, mutfak, yatak odası takımlarıyla hava atma, maddi olanla değer ve statü kazanmayı biz istedik. Yalan mı? Hala istemiyor muyuz? Bunun için bir ömrü feda etmedik mi? Popüler kültürün ‘’alın’’ diye gözümüzün içine soktuğu her şeyi büyük bir iştahla almadık almaya çalışmadık mı? Peki, bu bir tercih değil de nedir? Bence kendimizi daha fazla kandırabilmek için mazeretlerimiz süksesini çoktan yitirdi. Travma diye savladığımız bu değil. Kırsal aile tipinin imtiyazlarını kentsel aile yaşamına aktarmaya çalışınca olanlar oldu. Çarıklarımız, oduncu gömleğimiz ve ecevit şapkamız sıvı şampuanla muşlanan ruhumuza birkaç beden küçük geldi. Ailede babanın reisliği tartışılmaya başlandı. Kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan insanımız karar mührünü eline aldı, düzeni değiştirdi.
Şimdilerde eskiler hala ‘’çocuğu ne zaman everiyon?’’ diye soruyor. Biraz acı ama gerçek, eskinin çocuğu büyüdü, şoför koltuğuna geçti. Hukukta evlilik yaşı rüşd (olgunluk) şartına bağlı olarak belirlenir. Kırsal aile toplumunda evlilik yaşı şimdiye göre daha düşüktü. Erken yaşta evlilikler, kırsal aile reisinin koruması altındaydı. Çocuksu cehaletin ve yanlış karar almanın önünü ebeveynler rahatça alabiliyordu. Resmi hukukta evlilik yaşı hala on sekizdir. Lakin evliliğin bağlı olduğu olgunluk şartına bireyler bugün otuzlu yaşlarda erişebilmektedir. 18-30 yaş aralığındaki boşanma oranları olgunluk yaşının arttığını gösteriyor. Eskiden insanlar ekmeğini taştan/topraktan çıkarabiliyorken, şimdi hizmet sektöründe çalışarak ekmeğini kazanıyor. Makul bir işe atanabilmek için yıllarca okuyup yirmi beşli yaşlarda sözleşmeli, sigortalı, altı yüz elli yedili bir işe atanabilmek adeta bir lütuf. Ekonomik anlamda belli bir refah düzeyine erişmek için herkes düzenin bu cenderesinden geçmeye mecbur. Başka türlüsü zor, ekmek aslanın ağzında. Hal böyle olunca, yani bireyimiz iş hayatına daha geç atılınca yaşamın tozpembesini de gözünden daha geç siliyor. Bu, olgunluk yaşının ileri yaşlara tırmandığını gösteriyor. Tabi diğer yanda ise değişmeyen bir şey var ki o da bireyin karakter yaşı. Ağaç yaş iken eğilir atasözüne nazire olarak, psikologlar yirmi yaşından itibaren karakterin adeta betonlaştığını, yani dışarıdan müdahaleye ve etkileşime kapalı olduğunu ifade ediyorlar. Yani bizim çocuğumuz yirmi yaşından itibaren yavaş yavaş şoför koltuğuna geçiyor. Aile bilinci bakımından kendisine model alacağı aile kültürünü çoktan aştığı için modern toplumun caddesinde tek başına, ön görüsüz ve huzursuz şekilde yürümek durumunda kalıyor. Bu yüzden çocuklar artık ebeveynleri tarafından evlendirilmiyorlar aslında. Kendileri evleniyor. O yüzden doğru soru şu: ’’çocuk ne zaman evleniyor?’’ ya da ‘’ne zaman evleniyorsun?’’. Bu, bizim toplumsal tercihimizin bir sonucu. O yüzden duygusallığa kapılıp kimse birbirine kızmasın. Bunun yerine belki öz eleştiri, aile ilişkilerine değer katma adına faydalı olabilir. Tabi bunun da altını çizelim. Öz eleştiri yapmak, öteden gelen erkek egemen tutumlarımızın despotluğunda değil, içsel bir muhasebe ve yapıcı etkileşimle mümkün olacaktır.
Bir de şu çocuk meselesi var ki sormayın. Tam bir trajedi. Eskiler ne güzel demiş ‘’karı koca arasına girilmez’’ diye. Çocuk sahibi olmak yaşamın doğallığı. İnsanı olgunlaştıran müspet bir tecrübe. Lakin kendi elimizle değiştirdiğimiz toplumsal vasat bunu da etkilemekte. Çocuk sahibi olmak kadar ne zaman, ne kadar ve ne şekilde olacağını fertlerin bizzat belirlemesi de aynı doğallıkta. Buna hazır olma ancak evlilerin anlayabileceği bir durum belki de. Ayrıca bu konu sadece istemekle vücuda gelen bir somutluktan ibaret de değil. Çocuk sahibi olmak isteyip de olamayan nice birey var. Bütün bu olasılıkları dikkate almadan çocuk sahibi olmaya dönük avami-toplumsal bir baskı oluşturmayı ise ahlaka, hukuka ve örfe uygun bulamıyoruz. Birilerinin karın tokluğu ve gözü pekliğiyle dayattığı ‘’çocuk yap’’ söylemi başkaları için iç kanatan bir yara olabilir. Bu vurdumduymaz tutuma insanları mecbur tutmanın değerler mirasımızda karşılığı yok. Özellikle dindar-muhafazakâr kesim arasında dine dayalı üretilen söylemler de üzerine iyice eğilmeden, dinlemeden ve düşünmeden dillendirilmekte. ‘’Ben ümmetimin çokluğuyla övünürüm’’ diyen Hz. Muhammed’in muhacirleri Medine’ye hicret ettiğinde Medine’de Evs’i, Hazrec’i, Yahudi’si ve Hristiyan’ıyla birlikte totalde yaklaşık on beş bin kişiden söz ediliyor. Veda haccında ise kaynaklar bize yaklaşık yüz bin kişilik bir sayı veriyor. Oysa bugün Hz. Peygamber’in bu stratejik-toplumsal telkinleri, demografik bir hassasiyet gözetmeden kabileci mantıkla çoğullaşmaya dayanak görülüyor. Seksen milyonluk Türkiye’de medeniyet mefkûresi zayıf, aileye ye-iç-üre mantığıyla bakan, aile fertlerine az zaman ayıran, çocukları gelişim sürecinde kreşlere, çizgi filmlere, tabletlere ve elin insafına terk eden fertleri habire sayıca çoğalmaya davet ediyoruz. Daha ilginç olanı ise sanki Hz. Peygamber sadece ‘’sayıca çoğalın’’ demiş gibi dinin daha ciddi telkinlerini, ekonomide, hukukta ve ahlakta medenileşen toplum hedefini görmezden geliyoruz.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, insan türünün kök saldığı tüm kültür havzalarında toplumsallaşmayla beraber hukuk nosyonu da oluşmuştur. Bu evrensel hukuk nosyonunda insanın doğuştan kazandığı hakları sonradan kazandığı haklardan önce gelmektedir. İnsan hakları diye tabir edilen deyişin içeriğinde kişilik ve umumi haklar vardır. Her fert kadın ya da erkek rollerini edinmeden önce insandır. Kişilik ve miras hakları henüz anne karnında iken fertlerin hukuki künyesinde tanımlanmaktadır. Anne, baba, velayet-i hâmi, doktor, manav, vali gibi statüler sonradan kazanılmaktadır. Yaşam hakkı, fırsat eşitliği, kanun önünde eşitlik, toplumsallaşmadan kazanılan statülerin üzerindedir. Kişisel/tabii/fıtrî hakları toplumsal statülerin boyunduruğu altında öğütmenin hukukta ve örfte herhangi bir karşılığı yoktur. Özellikle Hanefi mezhebine mensup bölgelerde yaşayan insanımızın İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin aile hukukuyla ilgili sistemleştirdiği aile örfünü öğrenmeye ve içselleştirmeye ihtiyacı vardır. Ataerkil, erkek-egemen, despot, baskıcı tutumların yaşayan kültürde alışkanlık haline gelmesi örf olarak tanımlanamayacak kadar ilkel ve yozdur. Şafii kültür bölgesinde benimsenen çok eşle evlilik gibi uygulamaları eleştirenlerin dönüp önce kendilerine bakması gerekir. Geçmişten tevarüs eden öz değerlerimizi, mirasımızı içselleştirmeden sürekli kendi bildiğimizi okuyarak sağlıklı bir aile hayatı inşa edemeyiz.
Türkiye’de muhafazakârlık dindarlıkla eş değer görülmekte, dolayısıyla dinin yaşanması ve temsili kapalı kültür yapısına hapsedilmektedir. Oysaki ülkemizin yetiştirdiği alanında uzman akademisyenlerimizin de defaatle vurguladığı gibi muhafazakârlık dinle aynı şey değildir. Muhafazakârlık, Türkiye’nin geçirdiği siyasallaşma sürecinde toplumun her kesimini uç noktalara sevk etmiş, toplumsal oydaşım imkânını en aza indirmiştir. Kendini içe kapatan bir toplum kültürle güçlü ilişkiler kuramaz. Sosyal yaşamın her alanını etkileyen muhafazakârlık aile kurumunu da bütün kötülüklerden koruma adına kalıp değer yargıları içine hapsetmiş ve bu değer yargılarını da demoral bir atmosferde kaderine terk etmiştir. Sonuç: birbirini dinlemeyen, anlamayan, yargılayan ve ötekileştiren tutumlar toplumsal dönüşümü durağanlaştırmış, bu süreçte kazanılan deforme değerler alışkanlık haline gelip yaşayan örfün tanımına çökmüştür. Bugün muhafazakârlığın bakiyesinde doğru bildiğimiz her şey sorgulanmamış, test edilmemiş ve sağaltılmamış doğrular olup toplumun genelini kapsayan kamu örfü olma hüviyetinden uzaktır. Başkasının başkasına dayattığı yargıdan doğru, göreceli şekilde çıkar. Oydaşım, uzlaşı ve bütünsellikten mahrumdur. Değerler mirasımıza çoğu zaman uymayan modern kurgular kamu vicdanı oluşturmada ne kadar riskli ise kapalı kültür yargıları da o kadar risklidir.