Kapı
Ardına kadar açıldı kapı...
Dışarıdan içeriye iskarpin kokusu girdi. Ellerinde hışır hışır poşet sesi, sabah sekiz akşam beş çalışan emekçinin geldiğini haber veriyordu. Duvar diplerinde Hasanlar, Ahmetler evin sahibini selamlıyordu. Birileri ayaklarındaki yorgunluğu yatıştırmak için ‘’ayaklarına kara sular inmek’’ diye bir deyim deyiştirivermiş fakat nafile. Sanki akşama kadar bütün büronun işini tek başına yapmış gibi pencerenin kenarındaki kanepeye yığılıyordu. On beş dakika önce sükûnet caddesini köşe başından dönerken müezzinin hoş sadâ ikindisini, eve vardığında eda etmek üzere mimlemiş, eve çoktan vardığını düşünecek kadar soluklanmıştı. Bismillah deyip doğrulduğunda ayak tabanlarındaki sızıya basmamak için yalpalayarak yürüyor, soğuk kış günlerinde buz kestiren suyla abdest aldığı zamanları hatırlıyordu. Kırık lale desenli buzlu camın saydamlaştığı kapının koluna dokundu, her zaman yaptığı gibi önce ellerini sabunla inceleyerek yıkadı ve abdestle beraber arınmaya başladı. Yıllar önce annesinin el işçiliğiyle biçim verdiği kirli beyaz havluya solgun yüzünü sildi. Salona döndüğünde seccadeyi her zaman bıraktığı komodinin üzerinde bulamadı, diye düşünürken yan odada bir yerde bıraktığını hayal meyal anımsadı. Yan odanın kapısı başa bela. Menteşelerinden çıkan çığlığı iki kat üstteki dozer Fehmi duyabiliyordu. O yüzden nazik bir beyefendi gibi koluna dokundu, yükünü aldı ve kapıyı gireceği kadar açtı. Seccadeyi yorganların katlı olduğu yığının üzerinden aldı. Her zaman döndüğü ve hiçbir zaman unutmadığı kıble yönünde umredeyken yüz sürdüğü canım kabesini anımsadı. Bir bâd-ı sabâ süzüldü pencereden, akşamın kızıl mavisinde batıma doğru yavaş yavaş beliren kader çizgisine teğet açtı mürekkepli ellerini. İnsan arzusunu kalbine gömer. Orada elekten, nefsini de felekten geçirir de öyle dokunur hakkın inayet serencamına. Tutulmuş sözler şahittir duanın salâhına. Adam olur, âdem gibi açar ellerini. Yaradan, secdeye yüzün süren kulunun alnına rahmetinden kabul sürermiş inci inci.
Boğazı uzaktan da olsa gören bir pencerenin ardında gürültüye, metale, betona ve izdihama nota vererek devam ediyordu akşam bekleyişi. Eve iş getirmeyi sevmezdi. Kitaplığın üst rafından İhyâ’yı, üstten ikinci rafından M.Asım Köksal’ı, bazen de alttan ikinci rafından Ahmet Hamdi Akseki’nin İlmihalini alır gözlükleri yorulana kadar okur, mırıldanır, dinler ve susardı. Bir üst katın yumurcak çocukları okuldan dönmüş, ‘’anne acıktım, yemekte ne var’’ sesleri mutfağın balkonundan salınmış, çarpan kapıların camları neredeyse tuz gibi dökülür olmuştu. Derken kendi kapısına baktı, aynayı gördü, aynada kapıyı mı kendini mi gördü, bilemedi. Hasbinallah dedi, durdu, tuhaf dedi… İçinden ‘’ne kapıymış arkadaş’’ diyene kadar sustu, düşündü ve bekledi. Ufak ufak hatırlıyordu sanki. Bir gün yine İhyâ’yı okurken İmam Gazali’nin eşyada asıl olan mubahtır gibi karışık şeylerden bahsettiğini anımsadı. Kapı da bir eşya neticede. İşe yarıyor mu, yarıyor. Kapı olmasa ne olurdu ki sanki. Öyle deme hacı abi, dört duvarın gücüne gider de çepeçevre sarar seni. Eskiler bu ahşap işinde fenaymış. Babam doğu Karadenizlilerin ahşap ev inşasında mahir olduklarını söylerdi hep. O yüzden adamlar zamanla doğup büyüdükleri topraklardan ekmek parası kazanmak için göçmüşler. Hepsi değil tabi ki. Karşımdaki kapı da ahşap. İşçiliği biraz ama olsun, nev-i şahsına münhasır bir aurası var. Ustasını tanımasam da gıyabında takdir ediyorum, emeğinin hakkını vermiş ki yıllardır çilemi çekiyor kapı. Duyduğuma göre şimdi Amerikan mamerikan kapılar falan çıkmış. Necidir bilmem ama kulağa yepisyeni geliyor. Biz eski adamlarız, yeniyi yeniler yaşasın. Dur yahu! Ustayı unuttuk. ‘’Her eserin bir müessiri vardır’’. Her tesirin esir olduğu müessiri… İlahikâmil, hani eşya meşya yuvarlıyordun kitapta, bir anda müessirin esiri oldun… Dur şimdi, kapıya baktık ustayı gördük, ustaya bakınca ne göreceğiz kim bilir…
İnsan denen sâde düştü yâdıma. Yedi çeşit toprağın özüyle pişmiş. İşinde mahir bir ustanın elinden evrene namzet eser olarak serilmiş, serpilmiş. İstifadesine bin bir çeşit nimet tekevvün etmiş. Sine-i püryân olmuş, rabbine özlem çekmiş. O kaş, o göz, o yüz; Hak Teâla’nın lütfu yekpare tecelli etmiş. Milyonlarcası milyarlarcasında ayrı ayrı, itinayla kabuğunu kırmış, fıtrat deryasından ayet ayet tebellür etmiş. Barok lâl olmuş insan sanatının karşısında, Selçuklu âsude-i efkar eylemiş. Büyük Mecidiye’den Mihrimah Sultan’a Hak Teâla bulunmaz mı? Her eserin bir müessiri olur da insan denen şaheserin müessiri olmaz mı? Gök ne kadar karanlık olursa olsun, beden elbisesi içinde rabbini tesbih eden kuvve-i idrak ışıl ışıl hâsıl olmaz mı? Her insan varlığın sırrına açılan efsûni bir kapıdır açmasını bilene. Müessirin nişânını, onur ve şerefle taşımaz mı?
İnsanda mülhem, her kapı da kendine has özellikler taşıyor. Kimi ahşap kimi çelik, kimi beyaz kimi siyah, kimi dilini yutmuş kimi de gıcır gıcır gıcırdar. Bazı kapılar vardır içe doğru açılır, adeta içeri çeker seni; ‘’gel bak şu dört duvar arasına neler sığdırdım neler’’ der gibi. Bazısı da dışa doğru açılır; ‘’kapı duvar oldum, gelme’’ der gibi. Mahremi ve aşikârıyla insan da gel-gitler yaşar hayatta. Bazen her şey ağır gelir, çift başlı yılan, kapkaranlık. Olurlar olmaz, olmazlar kapının ağzında. Yer gök sarsılır, gök kubbe çatırdayarak çöker, kandiller yana yana söner. Yerin diğer yedi katında yer beğenir insan kendine. Kapandıkça kapanır perde. Korkunun, dağılmışlığın ve kaybolmuşluğun izdihamında pas pas olursun evrene. El çabukluğuyla tüm kapıları kapatırsın üzerine. Kapalı kapılar ardında küflenmiş ruh biriktirir, hakka adalete ve özgürlüğe susamış can demlersin her gece. Derken bir gürültü kopar demir sürgünün ardından. Ruhu okşayan, yolu hatırlatan, karanlığı aydınlatan ilahi bir dokunuşla irkilir insan. ‘’Her şerde bir hayr, her hayrda bir şer’’ şefkatle kucaklar seni. Gel ey dost! Sürgüleri kır, engelleri aş, nefsine prangaları vur da gel!
Kolu merhabadır kapıya; dostun eli sevgi ve güvenle uzanır insana. Kapıları sertçe kapatıp açanlar da var aramızda. Bazen aceleyle bazen de bir anlık öfke ve sinirle çaaat! diye çarparız kapıları. Kapı, pencere, boşluk inler de insan inlemez m?i! Camları kırılırsa yerine yenisini takarız. Menteşeden çıkarsa yerine takarız. Bu bir nevi özür mahiyetindedir. İnsanda küçük bir farkla tabi; bazı camlar el emeğidir, bazılarının geçmişi fî tarihine kadardır, benzerini veya aynısını bulmak imkansızdır. Bazı kırıklar insanda derindir, telafiye vuslattır, çaresi üç bin yıllık yoldadır. Sana elini dostça uzatanı, özündeki güzelliği fedakârca paylaşanı, yolunu uykusuz, bitâb ve huzursuz bekleyeni, asla kırma! Ademin sulbünden lütf-u endâm eyledi insanlık. Hak Teâla gardaşına kardeş eyledi seni. Rengine, diline, ırkına, ismine, cismine bakıp da gardaşını kırma! Bunca intizam, bunca nimet ve bunca yakınlık içinde unutup da rabbini kırma! Şefkatle açılan kapılar, rahmetle kapanacaktır, unutma!
İrkildi. Kapıya bakıp da zihninde canlanan silueti yadırgamadı. Akşam vakti koyu maviye dönük rengiyle çökerken batış çizgisini çoktan aşmış olan güneşin yerini sokak lambaları aldı. Hepsi evlerin önü sıra geçit töreni için düzenlenmiş gibi belli aralıklarla boyu yettiğince sokağa tepeden bakıyordu. Topu sık sık balkona kaçan çocuklar günün son on üç on dördünü sokak lambasının loş ışığı altında oynuyordu. Tül perdeyi biraz daha aralayınca sokağın girişinde öğretmen sevgi hanımın her gün düzenli olarak indiği dolmuşun yorgun farlarından çıkan ışığı fark etti. Salonun ışığını yakmadan önce beni yıka artık diye feryat eden beyaz kalın perdeyi, en kısa zamanda yıkayacağına dair söz vererek çekti. Perdeyi kornişin bir ucundan diğer ucuna sürerken tam olarak akşam olduğuna ikna eden yalın ve uyarıcı sesini duyumsadı. Bu gece Cuma gecesi. Her hafta âdeti olduğu üzere akşam namazını kılar, yemeğini yer, mahallenin Çamlıca’ya bakan yüzündeki camiye tornacı Ali ustayla beraber yola çıkar, yolda hatır tanır dostlarla hâl hatırlaşır, sevecen nazirelerle birkaç komşuyu daha yatsı kervanına katar, sâlâya doğru yol tutardı. Ali usta bakkal Necmi abiye ‘’sen nasıl bakkalsın Necmi abi, bakkal adam gece dokuza ona kadar dükkanı açık tutar, sense kepengi sabaha sürüyorsun’’ deyince Necmi abi ‘’ölüm var Ali gardaş ölüm, bizim hesap defterini kader kalemiyle tutuyorlar’’ diye yanıt verir ve herkes Hz.Ömer (r.a.)’in yüzüğünün kaşındaki manayı hatırlar ve sinelerin özünden ‘’el hakk’’ derdi…
Akşam namazını kıldıktan sonra dünden kalma tel şehriye çorbasını dolaptan çıkarmış, tez ısınsın diye dört gözlü ocağın ortancasında ısıtmış, çeyrek ekmek ve bir salkım üzümle yemişti. Elbise dolabından bordo kazağını aldı, kokuyor mu diye kontrol ettikten sonra temiz olduğuna kanaat getirdi. Namaz kılarken cemaate rahatsızlık verebilecek tüm etkenleri böyle gözden geçirirdi. Eminönü alt geçidinde Vanlı Rıza’nın tezgâhından satın aldığı hafif kokuyu üzerine biraz sürdü. Öteden bronşit olduğu için hacı yağı gibi ağır kokulardan sakınıyordu. Akut öksürüğe tutulup da namazda milletin pür dikkatine sebep olma riski vardı. Dış kapıyı açtı, tam ayakkabılarını giyecekken evin anahtarını yanına almadığını fark etti. Sağ ayağına giydiği ayakkabıyı çıkarmaya üşendiği için diz üstü sürünerek salondaki sehpanın yanına vardı, hafif karanlıkta biraz uğraşla sonunda anahtarı buldu ve kapıya rahat gidebilmek için onu cebine kattı. Bu güzide şehirde kapıya kilit vurmayı nedense hep yadırgamıştı. Anahtarı saat dokuz yönüne çevirirken ara sıra kilit tutukluk yapardı. Aşılmaz engelleri sanki kapı da yadırgardı. Nedir şu kısacık ömürde insanın kendiyle derdi? Dolaplar, televizyonlar, halılar, yastık altı emekler çelik bir kapının ardında adeta tir tir titrerdi. Kitaplık raflarındaki tozlu eserler ve ak saçlı dervişler dört duvar arasına mahrem derlerdi. Mahrem, kapalı kapılar ardında hayâ duygusunun filizlenip çiçeklendiği iklim… Hayatta bazı şeyler gerçekten de saklı kalmalıydı. İnsanın derûnunda cennet bahçesi gibi özümsediği, her gün itinayla kazdığı, ayrık otundan ayıkladığı, suladığı ve huzurla seyir ettiği saklı bahçesi olmalıydı. Sarp yokuşun eteğinde kimsenin kolay kolay giremeyeceği, destursuz adımların karış karış atsa da bulamayacağı, ancak ehil dostların başını eğip dert tasa sorabileceği kıymeti kendinden menkul hâl yurduydu mahrem. Durdu, o an kilidi nasıl anımsadı, şaştı, kaldı. Kimi kapısına kilidi içeriden vururken yel gibi, kimi de dışarıdan dönmek üzere vurur ben gibi, derdi.
Yatsı çıkışı Mehmet hocayı da alıp hep beraber yamacın diğer tarafındaki balıkçı barınağına, Raif babanın meşk makamına giderlerdi. Raif baba, ismi gibi babadır, babacandır. Sahil boyu usanmadan yürürken eşkâl-i hâline hayran kalıp bucağına hürmetle ilişeceğin dervişlerdendir. Cevabı kaf dağında olan soruları her gün karşı kıyıda kadar arar, bulur, getirir ve önüne koyar. Akşamın geceye çalan karanlığı altında aşk ateşiyle pişen çayın yanına dostluğun vefasını katar ikram ederdi. Ah benim fakir yurdum! Usta elleriyle yüreğimizden inci mercan çıkaran dostum, babam, kapım. Camlarımızı dökmeden, menteşelerimizden koparmadan, çaaat! diye çarpmadan hoş sadâyla açılır, her birimizi simurgun kanatlarına katar ve kaf dağına uğurlardı.
Zaman derûnunda nesnesine mana verecek özneyi saklar. Bitmek bilmeyen bir vuslattır bu. İnsan ve özlem arasında sıkışan hatıraları kader kaleminden dökülen mürekkeple tutarak hokkasına biriktiren sürekli bir oluştur bu. Kevn ve fesat. Oluş ve bozuluş. Ayrılık ve kavuşma arasındaki vuslat. Kötülüğün, çaresizliğin ve kaybolmanın devasını insanın özüne yazan ve varlık evrenindeki her nesnenin bağrına işaretlerini şefkatle bırakan ilahi bir sadâ, eşsiz bir sanat, sonsuz bir yakınlıktır bu. Kaynağından yatağına, yatağından uçsuz bucaksız coğrafyaya akıp giden delişmen nehirlerin heyecanında aşikâr olur. Eli kınalı anaların müşfik yüreğinde dua olup evladına titreyen histe sübut bulur. Tortulu parmaklarıyla eşyayı kazıyıp alın terini yuvasına götüren cefakâr babanın tüm yorgunluğunu unutuşunda tezahür eder. Canını dişine takıp zayıflıklarından onurlu bir irade inşa eden kullukta nükseder. Bütün sebepler birbirine düğümlense de en nihayetinde ilk sebepte rikkatle çözülüşünde maksuduna kavuşur. Bazen erken, bazen de geç. Belki umarken içten içe, aniden; belki de yavaş yavaş, dıştan içe. Ama vaktinde, maksadına erer. Sürekli bir oluşta cereyan eder bu. Geç kalanlar için sonsuz bir bekleyiş, nasuhtevbeyi kabule yanaşan. Vaktinde erenler için de mutmain, tastamam ve bitmeyen bir yolculuktur bu.
Ah intizârım! Nicedir selamını alamaz oldum. Köşe başlarında yol iz aradım. Akşamın silik mavisi gömgök kararırken, sokak lambasının loş ışığı altında günün son oyununu oynayan çocuklara yaşamın nirengini sordum. Adım adım yürüdüm. Köprüler geçtim, şehirler aştım, izbelerde sabahladım, koca koca binaların arasında uyandım. Kardan engeller küredim, nisan yağmurunda ıslandım, ekin sıcağında kavruldum. Tanımadığım kişilerin cenazesinde soluklanıp hakkımı helal ettim. Zaman neceydi, bilemedim. Önüm, arkam, yanım dönemedim. Kâh yerin yedi kat dibine çakıldım, kâh göğün yedi kat üstüne sıçradım, eriştim, düştüm, göremedim. Bol sıfırlı düşler gördüm rüyamda. Rengârenk doydum, dünyanın altından ipekten süslerine sarılıp sarmalandım, yere kuvvetle basıp başımı en yükseğe değdirdim. Lakin sensiz yeşeren yapraklar dalında sarardı. Dünyanın yedi renginden hazzı kursağımda kaldı. Gözlerim kurudu, gözyaşlarım bomboş aktı. Neşem tam fevkindeyken geldiği gibi kaçtı. Kolumda saatimi aradım. Kayışı koptu kopacak. İçine su kaçırmışım, zaman durdu duracak. Bir elimle akrebi, diğer elimle yelkovanı tutup hıncahınç çevirdim. Dişlisi kırıldı kırılacak. Vakit izmihlâli son geçiyor, kalbim aktı akacak. Tam geri saracakken her şeyi, ölümmüş kapıya uzanan, çaldı çalacak.
Acı bir son, derin bir huzursuzluk ve soluksuz bir savruluşmuş yazgıma bulanan, can özümü aldı alacak…
Sen benim tek çaremsin. Nevbaharım, varlığım, nedenimsin. Hayat yolumda seninle peygamber gülleri açacak. Kan, kırmızı ve ak. Gök ve göz. Elin, kudretin ve rahmetin. Hiçlikte kaybolan duyumsamalarımı inayet ve hidayetinle kuşatacak. Gören göz, işiten kulak, akleden kafa ve hisseden kalp lütfunla uslanacak. Gizli ve aşikâr. Saklı ve seçik, hükmünle huzura kavuşacak. Karanlık ve aydınlık. Siyah ve beyaz. İyilik ve kötülük, nefsime seslenişinle ayırdına varacak. Hakikatten yitiğim, vahyinle tamamlanacak. Hikmetinden olunmaz sualim, adaletindeki uygunlukla cevabına kavuşacak… Bu bedihi gerçeği idrak edemeyen usumu, görmeyen gözümü, işitmeyen kulağımı, hissetmeyen kalbimi ve pusulasını yitirmiş her zerremi affet Allahım!
Dönüşüm ancak sanadır; zamanım, mekânım ve yönüm yalnız sana olacak. Kabule layık eyle Allahım!