BİR DİN İSTİSMARI HİKAYESİ
İstismar nedir? Ne değildir? Nasıl ve niçin yapılır?
Arap dilinde s-m-r kökünden türemiş bir mastar olan istismar, ‘’bir şeyin ürününü devşirmek ve üründen istifade etmek’’ demektir.(Ebu’l-Fazl İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Kahire 2003, 1, 699-700) Arap dilindeki bu olumlu veya nötr anlam kültürümüzde ‘’bir şeyi suistimal etmek’’ ve ‘’sömürmek’’ şeklinde olumsuz bir durumu ifade etmek üzere Türkçemizde kullanılagelmektedir.
Devşirilen ve istifade edilen ise konu itibariyle dindir. Peki bir din nasıl ve niçin istismar edilir? Buyurun hep beraber buna bir bakalım. Hakikat midir mecaz midir, aslı var mıdır yok mudur bilinmez fakat din istismarının nasıl yapıldığını anlatan veciz bir hikayeyi sizlerle paylaşmak isterim.
Mollanın biri Anadolu’da bir muhite atanır ve göreve başlar. Mollanın görevi dini eğitim, irşad ve rehberlik hizmeti vermektir ve görevinde kuşatıcı, birleştirici, bütünleştirici ve sevdirici olmak zorundadır. Bu prensibe aykırı hareket etmek, görevi suistimal etmek anlamına gelir. Molla kardeş ise kuşatıcı, birleştirici, bütünleştirici ve sevdirici şekilde görev yapması gerekirken tam tersi bir politika güder. Vaaz ve fetvalarında İslam’ın eğitim ve irşad sistemine aykırı görüş ve açıklamalar yaparak ikilik yaratır. Buradaki farklılık tamamıyla görüş zenginliği denilen ana çerçevenin dışındadır. Zira Ehl-i Sünnet’e atfederek zikrettiği görüşler esasında Ehl-i Sünnet’in düşünce sistemine de uymamaktadır. Fakat kendine has aurası ve görüntüsüyle ‘’Ehl-i-Sünnet’’ kavramını vaaz ve sohbetlerinde kullanması, kamuyu etkilemek için yeterli gelmektedir.
Molla kardeş vaaz ve sohbetle yetinmez. Görev yaptığı yerde çevre edinmeye de başlar. Kendisini sevdirir. Sıkı ve güçlü bağlar kurar. Böylece etrafında hatırı sayılır bir kitle oluşturur. Kitle, aynı zamanda kamuoyu demektir. Artık sırtını yasladığı bir duvar vardır.
Zamanın behrinde bir vatandaş gelir ve hocanın birine der ki:’’Hocam, falanca molla sohbetinde ‘sakalsız imamların arkasında kıldığınız namazlarınızı KAZA EDİN!’ dedi’’ der. Sonra bakarlar ki bu ifadeyi birçok kişi duymuş. İşin tuhaf yanı, bu molla kardeşin yetiştiği çevredeki hocalar bile ‘’sakalsız imamların arkasında kılınan namazların kazasının gerekmeyeceği’’ şeklinde görüş belirtmişlerdir çoktan. Olayın toplumdaki yansıması ise çok farklı bir boyutta seyir etmiş.
Bu kardeşin sözünü dinleyip doğru belleyen vatandaş ise camiye gittiğinde bakar, eğer hoca sakalsız ise ya imama iktida etmez ya namazı tek başına kılar ya da iktidadan sonra namazı müminler topluluğunun arasında kaza eder. Kimisi merak edip ‘’ne oluyor?’’ diye sorar. İmama iktidaya bu görüşten dolayı muhalefet eden vatandaş ise gerekçesini ‘’falanca hoca böyle fetva verdi’’ diyerek hem imama hem de müminler cemaatine muhalefet eder. Oysaki sakal konusundaki hükümler Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki ‘’SAKAL’’ maddesinde detaylıca açıklanmıştır. Mollanın savunusu ise daha baştan hazırdır:’’Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşü budur.’’ Ehl-i Sünnet alimleri dediği ise yetiştiği çevrede aldığı eğitim süresince okuduğu kitaplar ve müellifleridir. Yani görüş ana omurga ve kaynaklardan ziyade dıdısının dıdıdısı kaynak ve müellife dayanmaktadır. Birçok görüşü ve fetvası da bu zaviyeden çıkar. Zira kendi mentalitelerine uygun isimlerin görüşleri Ehl-i Sünnet’in ana düşünce sistemine aykırı olsa bile kendileri için önceliklidir.
Artık toplumda yepyeni bir fitne doğmuştur. Makul ve menkul hiçbir gerekçesi olmadan sakalsız şekilde imamlık yapan herkesi zan altında bırakmıştır. Cemaat arasında ikilik doğar, tartışmalar yaşanır. Zira reddedilen sadece bir iktida değildir; fıskla (günahkarlıkla) nitelenen örtük bir tekfirdir de. Üstelik Hz.Peygamber (s.a.v.)’in açık uyarısına rağmen. Zira namaz kılan herkes İslam ve Ehl-i Sünnet alimleri nezdinde ‘’Ehl-i Kıble’’dir ve Ehl-i Kıble tekfir edilemez. Diğer bir problem ise molla kardeş fetva vermeye hiç ama hiç ehil değildir. Yeterli Arapça ve literatür bilgisi olmadığı saptanır. Fakat ne hikmetse her şeye rağmen bazı insanların nezdinde sadece bir hoca bile değil büyük bir üstat ve hadis alimdir.
Zamanın başka bir behrinde birlikte namaz kıldıktan sonra cemaatin içinden birisi gelir hocaya der ki:’’Hocam sesiniz de müsait, cemaate sohbet yapsanız; falanca yerde falanca hoca var, hadis alimdir kendisi, sohbet yapar.’’ Hoca ise vatandaşla musafaha ettikten sonra der ki:’’Biz haftanın her günü akşam ve yatsı namazı arasında ders ve sohbet yapıyoruz, sizi de bekleriz’’. Molla kardeş öyle bir ün salmıştır ki artık kimileri nezdinde hadis alimi olarak nitelendirilebilecek kadar yüceltilmiştir. Oysa ki sohbetine mutat şekilde katılan bir çok bilir kişi insan molla kardeşin vatandaşa habire hikayeler anlattığını; yüksek sesle anlatarak insanları etkilediğini; söylediklerinin sorgulanmadan kabul edildiğinden yakınır da yakınır…
Zamanın başka bir behrinde ise vatandaşın biri, bir hocanın yanına gelir ve der ki:’’Hocam falanca molla sakalsızlara selam vermeyin’’ dedi, der. Hoca da şaşırır çünkü söylem, Hucurat suresi 10.ayette Allah’ın ‘’Müminler ancak kardeştirler’’ şeklindeki umumi ve ahlaki yasasına ittibanın toplum hayatındaki en önemli yansımalarından biri olan ‘’Selam vermek sünnet, almak ise farz’’ uygulamasını istismara açarak müminler arasında yine fitneye neden olur. Ve yine kimse iki dakika durup düşünmeden, sorgulamadan; müçtehid alimlerin ve cumhurun görüşlerini incelemeden molla kardeşin hezeyanına kapılır gider. Molla kardeşin sözünü doğru bilip kendisine uyanlar ise sakalsız müminlere selam vermeyi bırakırlar. Fitne günden güne kök salar, boy atar, adeta bir sarmaşık gibi Müslümanların vicdanına dolanır.
Molla kardeş Hz.Peygamber (s.a.v.)’in sünneti, tebliğ ve irşat metodundaki hiçbir prensibi dikkate almadan kamu nezdinde türedi bir aura oluşturur. Çevresi genişler, baş üstünde tutulur. Fakat kimse çıkıp da ‘’yahu bu adamın söyledikleri dine ne kadar uygun?’’ diye de sorgulamaz. Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından ‘’Kabir-i nur’’ namazı var mıdır?’’ şeklindeki soruya şöyle yanıt verilmiştir:’’Hz.Peygamber (s.a.v.) ve ashabından ‘’kabir-nur’’ adıyla namaz kılındığına dair bir rivayet bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu niyetle namaz kılmak bid’attır. Ancak kişi istediği vakit nafile olarak dilediği kadar namaz kılar ve arkasından yapacağı duada kabir azabı ve kabirdeki şeylerden Allah’a sığınabilir. Zira Peygamberimiz (s.a.v.) duada kabir azabından Allah’a sığınmayı tavsiye etmiştir (Buhari, Cenaiz, 86)’’.
İnsanlar bir araya gelip düşünürler. ’’Kabir-nur namazı var ve kılınır’’ diye müminlere tavsiyede bulunmanın dayanağı nedir? diye. Meşrebinde bu adla bir uygulamanın nafile namaz olarak kabul edilmesi kanaati hakim olur. Gerekçesi, hocalarımız dediyse vardır bir bildikleri… Hz.Peygamber uygulamamış, sahabe uygulamamış, fıkhen bidat olan bir uygulama özel bir tanımlamayla ihdas ediliyor. Peki farz, vacip, sünnet ve nice nafile namaz türüne değer atfedip vazetmek varken neden türedi uygulamalar ön plana çıkarılır? Çünkü çoğunluğun bilmediği yeni bir şey söylersen kamu nezdinde sükse yaparsın. Vaaay be, bilmediğimiz neler varmış, hoca ne güzel açıklıyor, olur. Sonra bütün dikkat farz, vacip, sünnet ve nafile namazlardan uzaklaşır, türedi bir uygulamaya yansır; İslam fıkhının öğreti sistemi alt üst olur. Sonra da dinin ana kaideleri toplumsal yaşama yansırken manipüle edildiği için yanlış bir anlayışla kafa ve davranış karışıklığına neden olur. Gerekçesi gayet masum görünür: İnananları daha çok ibadete sevk etmek… Oysa Mecelle-i Kanunname-i Osman’da geçtiği üzere ‘’Batıl makisun aleyh olamaz’’; yani yanlış bir yolla doğru inşa edilemezdir. Sonuç olarak ibadet-i mersume istismara uğrar. Takva adına prensipler çiğnenir. Dini Allah’a halis kılarak ibadet etmenin değeri bir iş bilmezin dilinde ters yüz olur. Özetle, kabir-nur namazı var mıdır? Cevap, yoktur. Vardır diyenin önce ilmini, sonra da samimiyetini gözden geçirirler.
Zamanın başka bir behrinde vatandaşın birinin cenazesi vardır. Hocanın yanına gider ve der ki:’’Hocam cenazemiz oldu. Iskat ve devir yapmak istiyoruz.’’ Hoca da devirin şer’an ve hukuken uygulanmadığını söyleyince vatandaş,’’Nasıl olur, falanca molla devir yapıyor’’ der. Haydi buyurun cenaze namazına… Gerekçesi ise gayet masum görünmektedir. Molla öğrencilerinin iaşe ve ibatesini karşılamak için İslam fıkhında muteber ve caiz kabul edilmeyen devir işlemini bizzat uygular. Vatandaş da hoca gibi hoca, vardır bir bildiği diyerek din ve dindarlık adına bu maddi ve manevi istismara kapılır… Vatandaşın günahı yoktur; yarım doktor candan, yarım hoca iman eder, demişler…
Züccaciye dükkanına giren fil hikayesinde olduğu gibi molla kardeş girdiği toplumda ne usül bırakır, ne de ilme sadakat. Kırılmadık dökülmedik dini ilke ve prensip kalmaz. Oysa bir hocadan beklenen, dini konuda kişisel veya meşrebi görüşleri olsa da kendisine emanet edilen kürsüde ve hutbede müfredata ve prensiplere uygunluk esasına sadık kalmasıdır. Zira kürsü de, hutbe de, cübbe de kimsenin tapulu malı değil; adilce taşınması gereken bir emanettir. Hasıl-ı kelam, dini kendi tekeline alarak vazetmenin ne kadar zararlı olduğu aşikar olmuştur. Bu hikayede kimse muradına ermez. Kerevetine çıkmak şöyle dursun; fitne kol gezmektedir. Allah’ın yarattığı gibi fıtrata uygun, akl-ı selim ve ihsan üzere olmak gerekir.
Şah-ı Nakşibendi’ye hürmet olsun. Ne güzel demiş, tarikat odur ki şeraita muvafıktır… Şeriatla zahiri temizleyen, tarikatla batını temizler. Tarikatla batını temizleyen, hakikatle kurb-u ilahiye ulaşır. Hakikatle kurb-u ilahiye ulaşan ise marifetle Allah’a ulaşır. Bu yolun usulünü takip etmeyene ise alim denmez. Usulsüz kişinin irşadı için dua edilir.