top of page

KİM HAKLI KİM GÜÇLÜ?

Ortada müşkil meseleler varken...

popüler gündemlerin bir anda tüm motivasyonu toplamasına alıştık artık. Aslında dikkati ne kadar aslına irca etseniz de bir şeyler öte geri çekiştirdiği için sizi biraz alıkoyacak. Ve siz de biraz mola vermiş olacaksınız…

Haklı mı yoksa güçlü mü olmak isterdiniz? İnsan türünü en çok cezbeden odaklardan bahsediyoruz belkide. Bu bağlamda görecelik bizi yoracaktır. O yüzden demiri tavında dövebilmek adına konunun ana hatlarından vazgeçmeyelim. Peki birincisini yanıtlamadan daha zor bir soru soralım: Hem haklı hem de güçlü olmak ister miydiniz? Toplumsal hafızamızda canlandığı şekliyle değil, salt olarak haklı ve güçlü olmayı bir arada taşımanın olasılık değerlerini dikkate alarak gerçekten imkan dahilinde olup olmadığını araştırıyoruz.

Batı hakkı ‘’hata payı’’ şeklinde düşünüyormuş. İslam düşüncesinde ise hak deyince ‘’eşitlik’’ anlayışı akla geliyor. Doğudan batıya doğru bir okuma yapınca böyle moral karşılaştırmalar görmek olağandır. Yani ‘’ne kadar özgürüz?’’ sorusuna doğru cevabı bulabilmek için kültür sathından biraz dışarıya doğru çıkmak kaçınılmaz oluyor.

Biz ve öteki hakkında konuşurken düşünsel anlamda adeta bir yaşam alanına ihtiyacımız var. Sadece bilgiye ya da tecrübeye sahip olmak kendi başına yetmeyecektir. Ha bir de şov yaparak henüz kimse bu meseleyi halledebilmiş değil.

Doksanlı yılların Türkiye’sinden günümüze değişen toplumsal vasata şöyle bir göz atmak kafi. Şehirleşme ve sanayileşmenin getirisi, nüfusu kırsaldan kente sürüklemişti. Yepyeni bir dünya. Keşfedilmeyi bekleyen koca bir şehir; ancak önce alışmak lazım. Şöyle sokaklarında şaşkın şaşkın dolanmak… Sonra ne oldu? İki binli yıllardan bahsediyoruz. Artık göç bitti. Yani kültür göçü bitti. Eskisi gibi kırda tebarüz eden yaşam tecrübesini metropoldeki ışıltıyla uyuşturmaya çalışmak yok. Çünkü şehirdeki ışıltı kırsala kadar ulaştı. Bütün taşlar yerine oturdu. Artık herkes meskeninde meskûn. İşi biraz da antropolojiye vuracak olursak, üç beş kişilik avcı-toplayıcı grubundan milyonlarca insanın bir arada yaşayabildiği sosyal konjonktüre gelişten bahsediyoruz… Antropoloji açısından aitlik ya da sahiplik, adına ne derseniz deyinyaşadığımız coğrafyanın fertlerinde oturdu. Artık herkes istese de istemese de, çağın küresel aurasınınbir parçası. Yani birey. Artık herkes ata kültüründen/geçmişinden genlerine işleyen alışkanlıkları yepyeni bir dünyada yepyeni bir formda yaşamakla karşı karşıya. Otoriter bir babanın, yenilik ve özgürlüklerin kuşattığı bir dünyada büyüyen çocukları... Hem otorite bizde hem de mutlak anlamda özgür olacağız. Peki mesele nedir? Toplumda özgürlük konusunda nispeten bir uzlaşıya varmış durumdayız. Otorite için aynı şeyi ifade edemiyoruz. Dahası, daha ciddi bir sorunumuz var.

 

Otoritenin nerede ve kimde olduğu hakkında kimsenin bir fikri yok. Sahi otorite nerde?

Türkiye’de birbirlerine benzediklerini keşfeden beş on kişi bir araya gelince, akıllarına lokalleşmek, dernekleşmek ve bu mutlu birlikteliği ciddileştirmek geliyor. Duayen psikologlar gruplaşma sürecini, hemcinslerine karşı kendini yeteri anlamda ifade edememe, sunamama, ilgi eksikliğine bağlı olarak benliğini gösterme arzusu, toplumun ve devletin kendine biçmiş olduğu role ikna olamama, beğenmeme vs. şeklinde niteliyorlar. Şüphesiz bu tespitin doğruluğunu gruplara katılım ve gruplar arası geçiş konusundaki istatistiklere bakınca daha rahat görebiliyoruz. Ekte belirtmiş olalım, biz işin duygusal yanıyla ilgilenmiyor, yani fertlerin niyetlerini incelemiyoruz. Ferdin bütünle kurduğu ilişkide, varlık türüne has olarak dışa vurumunu inceliyoruz. Devam edelim… Otorite, diğer bir deyişle güç istenci gelişen toplumsal düzende farklı formlarda karşımıza çıkmaya devam ediyor. Modern çağı keşfetmiş birey güçlü olma arzusundan, gücün kendisini göremiyor. Güce organize bir şekilde yönelemiyor. Tam olarak kastettiğimiz şey bu: genlerimizde ve hafızamızda dolayımlanangüce meskûn bir yer bulmakta zorluk yaşıyoruz.

 

Otoriteyi duygusal bir şekilde, istemeye istemeye paylaşıyoruz. Öyle enteresan bir durum ki yaklaşık gaye ve vizyona sahip grupları ortak bir platformda bir araya getirebilmek bile, tabiri caizse deveye hendek atlatmaktan daha zor; illa bir bürokrat devreye girecek. ‘’Tüzük ve yönetmelik taslağının, mevcut kurum ve gruplardaki tüzük ve yönetmeliklerden farklı olmak kaydıyla’’ şartına rağmen lokalleşme bolluğu yaşıyoruz. Biraz daha anlaşılır olması bakımından: sokağa, caddeye ve trafiğe çıktığımız zaman yaşadığımız yoğunluk ve hengâmeyi aynı şekilde kültür kompartımanlarımızda da yaşıyoruz. Peki bu bir sorun mu? Yahut ne kadarı sorun? Eğer toplum hayatına ve siyaset felsefesine dair bir fikriniz varsa bu elbette ki sorun olmak durumundadır. Çünkü Türkiye’de toplum hızlı bir şekilde dönüşüyor. Dönüşümden rahatsız olmayı önermiyoruz. Ancak kontrolsüz güç (dönüşüm/gelecek) güç değildir. Peki bu hız ve dönüşüm evresinde bizim lokallerimiz neler yapıyor? Bitmeyen toplantılar, istişareler, lansman ve organizeler ülkemizin geleceği için neler vaat ediyor? Aynı zamanda bir sivil toplumcu olarak naçizane ben cevaplayayım: uzun vadeli yol haritası yoksa, sivil entegrasyonu denetime kapalıysa, ölçeklendirme amacı yoksa: yani dışa açık bir etkileşim fonksiyonu geliştirmemişse, emperyal bir hızla şube açmak gibi amaçlar misyonlaşmışsa, yaşadığı coğrafyanın insanını tanımasına ve gelişim sürecini göstermeye yarayacak bir kültür hafızası yoksa, moral değerlere rağmen çatışma gibi refleks dürtüler olağanlaşmışsa, herkesin ayrı telden çaldığı fantastik bir müzikali ön sırada seyrediyoruz demektir. Kötümser değiliz. Gerçekçi ve eleştirel olmaya ihtiyacımız var ki bu bir şeylerin daha yolunda gitmesi için kaçınılmaz bir fırsattır. Eğer ‘’biz’’ derken bilerek ya da bilmeyerek bu tabloyu kastediyorsak, ‘’öteki’’yi konuşmak için henüz erken demektir.

Sahi otorite nerde? Toplum hayatımızda otorite birçok yerde. Fakat kendinde değil; otorite için bir ‘kendinde’likten bahsedebilmemiz mümkün değil. Evrensel mesajlar irili ufaklı gruplarda,hegemonyalvezinde ve gürültü eşliğinde veriliyor. Önceleri ailede ebeveynler birbirlerine rakipti, şimdi çocuklar da rekabete karıştı. Herkesin –zaten- var olan söz hakkı yoka rahmet okutuyor. Sokakta tedirginiz, vahşi faunada nesli tükenmek üzere olan türler gibi var olma mücadelesi veriyoruz. Alışverişte, derste, ibadethanede , parklarda ve bilimum kamu alanında her an payımızı saklamaya ve koparmaya hazırız. Güçlü ama huzursuz bir iştah bütün benliğimizi kaplamış. Kuruluşlarımız üye endüstrisini ayakta tutabilmek için otoriteden vazgeçemiyor: itaat et, kurtul… Biyopatimiz ve makro kültürümüzle barışık kültürel etkinliklerin geleceği risk altında. Sahilik, şeffaflık, duyarlılık, farkındalık, sempati, empati ve en önemlisi içtenlik (irfan) arafta. Doğu’nun kahraman kültüründe diyalektiğe, münazaraya, farklı ses ve fikirlere, aslında muhasebeye (hesaplaşmaya) pek yer yok. Peki bu bizim kaderimiz mi?

İbn Haldun ‘’coğrafya kaderdir’’ diyor. JaredDiamond ise ‘’tarih farklı halklar için farklı yönde gelişti ama bu, çevresel farklardan dolayı böyle oldu, o halkların biyolojik farklılıklarından ötürü değil’’ diyor. William Faulkner de ‘’hakkı verilen yerellik evrenselleştirilebilir’’ derken, bize bir dikkat ve bir bakış açısı veriyor:

Otorite eğer kaderimizse bu, iştahımızın ulaşamadığı ve hala saflığını koruyan moral değerlerimizden ötürü böyle oldu; bir türlü tatmin olmayan iştahımızın, hala evcilleşememiş arzularımızın doğallığından ya da gerektiğinden dolayı değil.  Diğer bir deyişle otorite, hayatta kalma mücadelesinin güçlü olduğu ilkel çağlarda bireye bir organize, düzen ve sistem vaat ediyordu. Eğer doğusuyla batısıyla çağın toplumları otoriteyi aracı unsur ve keşif aracı formundan çıkarıp haz ve hıza endekslemişlerse düzensizlik gibi demoral değerlerin, kaosun ve çatışmanın artması kaçınılmaz demektir.

Bugün küresel dünyanın dengeleri para ve güç üzerine kurulu. Otorite sahibi olabilmenin yolu bu ikisinden geçiyor. Özgürlük, eşitlik, haklar ve sınırların yolu da bu denge kavşağından geçiyor. Diğer bir deyişle otorite bütün yönleri tutan bir kapı. Eğitimli-eğitimsiz, küçük-büyük, kadın-erkek herkes popüler kültür yoluyla bu vaziyeti içselleştirmiş durumda. Yüce yaratıcı da son hak mesajı Kur’an-ı Kerim’de bir çok anlam ve bağlam örgüsü içinde ‘’mal ve oğullar sahibi olmanın’’ üstünlük sebebi olamayacağını vurguluyor. Buradaki maldan kasıt ekonomi, oğullardan kasıt da otorite/güç istencidir.

Hani diyorum, acaba biz, yaşamı okurken hatayı en başında yapmış olamaz mıyız? Acaba renkli vizyonların gerisinde bize kendini hatırlatan daha köklü bir gerçeklik mi var?

Aile, toplum ve kamu hayatımızı adalet, kanun önünde eşitlik, vatandaşlık ve bireylik gibi başlıca moral değerleri özümseyerek gözden geçirmemiz lazım.

Sosyal hayatta hiçbir kimlik eki, ibaresi, işareti ‘’vatandaşlık’’tan öte ve üstün olmamalı. Velev ki dini ya da kültürel değerlerin öncelikle, kimlikten önce kişilik/şahsiyet taşıdığını/teklif ettiğini de hatırlatmış olalım. Hep duygusal değil, biraz profesyonel ve teknik düşünmeye ihtiyacımız var.

Hak ömür vermişse, bu dosyayı incelemeye devam edeceğiz. Sosyal-psikolojik tahlilin alanı olarak lokallerin, derneklerin ve çeşitli toplulukların insicâmını daha yakından inceleyeceğiz.

Esen kalın…

bottom of page