MANEVİ TERAPİ: SEVMEK BİR SANAT MIDIR?
Mürşid dervişe:''Evladım! Sen git önce sevmeyi öğren'' demiş...
Erich Fromm Sevme Sanatı isimli eserinde ‘’Sevmek bir sanat mıdır?’’ diye sorar. Eğer sanat ise, bilgi ve çabaya gereksinimi vardır. Yoksa sevgi, kaderin bir lütfuyla şanslı olanlarımızın ‘’kapıldığı’’ tatlı bir duygu mudur? Şüphesiz büyük çoğunluk ikinci önermeye inanmaktadır diye de cevaplar. Fromm, insanların sevgiye aç olduğunu, mutlu ya da mutsuz biten sayısız aşk hikayesinde var olduklarını, yüzlerce saçma sapan aşk şarkısı dinlediklerini vurgular ve ekler:
Buna rağmen, pek azı sevgiye ilişkin bir şeyler öğrenmenin gerekli olduğunu düşünür.(Erich Fromm, Sevme Sanatı, 21).
Sevgiye bakışımızın esasında varlığa bir bakış olmadığını kim iddia edebilir? Neredeyse bütün düşünürler sevgi hakkında konuşmaya varlık teması üzerinden başlar. Belki de hiçlik sevgisi gibi alternatifi bulunamayacağından sevginin varlıkla ilişkisi mukadderdir. Öyleyse herkesin hem fikir olabileceği bir orta terimden rahatlıkla bahsedebiliriz:
seviyorum, öyleyse varım.
Popüler kültürde sevgisizlik durumu, sevginin yokluğunu çağrıştıran bir yorum hafızasına sahiptir. Duygu-durum transfer oranı düştüğünde hemen kırmızı alarm çalar ve sevginin yokluğuna hükmedilir. Oysaki kaybedilen sevginin kendisi değil, motivasyonudur. Gerek özne-özne gerekse de özne-nesne arası ilişkide nedenselliğin kesintiye uğraması veya kopması halidir. Metafizikte kalp ile sevgi özdeştir. Birbirinden ayrı düşünülmez. Kalbin durması ölümün alameti ise sevginin azalması anlamsızlığın alametidir.
Öyleyse üçüncü mottomuzu kodlayalım:
Beni sevmiyorsun/Seni sevmiyorum (ben dili). Sevgiye dair motivasyonumuzu kaybettiğimizi düşünüyorum (biz dili)…
Sevginin sadece enfüsi değil beraberinde afaki yanının da var olduğunu kabul ederseniz tümevarım yoluyla varlıkta sevginin bilgisine erişirsiniz. Burada birey ‘’biz’’ dili kullanmayı pekiştirir. Diğer bir deyişle, motivasyon kaybında ‘’biz dili’’ toparlayıcı işlevini yerine getirir. Enfüse, yanlış bioenerjik mesajlar gönderme riski ortadan kalkar. Sevginin kelimelere sığmayan anlam boyutunu idrak etmek /sevginin varlığına ikna olmak için temasa/tefekküre/diyalektiğe devam etmeniz gerekir. Zira topografisini çıkarabileceğimiz istatistiksel bir bilgiden bahsetmiyoruz. Herhangi bir nesneyle kurulan ilişki/bağ modeli çoğunlukla insani ilişkilere/bağlara sirayet eder. Herhangi bir nesnenin kişileştirilmesi gibi. Tartışmasız kabul etmemiz gerekiyor: %1’lik de olsa anlamın hasar payı her zaman vardır. Tek tip iletişim modeline endeksli ilişkiler yansıtma refleksini aşırı seviyede kullanabiliyor. Nasıl ki bir dili öğrenmenin yolu, kelime bilgisini artırmaktan geçiyorsa sevgi/biz dilini öğrenmenin yolu da iletişim enstrümanlarını çeşitlendirmekten geçiyor. Yani? Madem sevdiğini iddia ediyorsun; öyleyse öğret, nasıl seviyorsun? Mürşidin kapısından kaç mürid döndü haberin var mı?
‘’Evliliklerde bir sorun alanı da kendimizin mağdur edildiğine inanmamız. Eşlerimizin bizi daha çok sevmesini dilemek yerine biz sevilmeye daha layık insanlar olalım. Şunu soralım kendimize: almak istediğim kadar verebiliyor muyum? Neden daha çok seven sen olmayasın?’’ Kemal SAYAR
Türkiye İstatistik Kurumu İstatistiksel Tabloları’nda yer alan ‘’ailenin genel mutluluk düzeyi’’ raporuna göre Türkiye’de aileler %12,6 çok mutlu, %65,1 mutlu, %20, 1 orta, % 1,8 mutsuz, % 0,4 çok mutsuz (Aile Yapısı Araştırması 2006) şeklinde bir mutluluk skalasına sahip. Burada manevi terapi açısından dikkate değer olan ise % 97,8 oranın, % 2,2 orana göre sağaltım yapmasıdır. Aile hayatında eşlerin karşılıklı sevgi ritüelini nitel değerler yerine duygu-durum trasferindeki değişkenliğe göre yorumlaması sevginin deneyim değerini ikinci planda bırakarak enformasyonel yoruma öncelik vermesine neden olmaktadır. Diğer bir deyişle eşlerin psikanalist koltuğuna oturup diğerini gözlemlemesi, sonuç odaklı analiz kaygısıyla deneyime ara vermesi veya deneyimden tek taraflı çekilmesidir. Pek meşhur ‘’yüzüm gülmedi!’’ söylemi aile içi ilişkilerde yaygın vaka modellerinden biridir. Bu vaka modelinde erkek veya kadın/çift teki evlilik hayatı boyunca yüzünün gülmediğini dile getirmektedir; üstelik şu can alıcı soruya rağmen: hiç mi yüzün gülmedi? Bu mutsuzluk itirafı, tezini her ne kadar kaygan bir zemin üzerine kursa da beraberinde şu hasta hikayesini realize ediyor: -aralıksız- kişilik bozuklukları, yüksek kaygı eşiği, ağır depresyon ve yer yer bipolar bozukluk… Sonuç odaklı analiz kaygısı yüksek birinin bu kadar ağır bir psikolojik hasarı taşıması ihtimal dışı olduğuna göre, yani psikanalist koltuğunda oturan kişinin içinde bulunduğu durumu nesnel bir şekilde değerlendirmesi imkansız olduğuna göre analizi Jung’un gölge kişiliklerinin yaptığı sonucuna varmak daha isabetlidir. Yani, yüzü gülmeyen benlik/kişilik değil gölge kişiliklerin biri, bir kaçı veya tamamıdır.
TÜİK’in istatistiksel raporunda yer alan % 2,2 (mutsuz, çok mutsuz) oranı, deyim yerinde ise gerçek mutsuzluk oranıdır. Aile içi fiziksel şiddet, madde bağımlılığı, ekonomik sıkıntılar, boşanma ve benzeri ciddi etkenlere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla mutluluk ve mutsuzluk tanımlarının doğru anlaşılması ve nitel değerlere göre yorumlanması manevi terapi açısından önemlidir. Psikoterapi açısından ferdin persona’sı (olmayı arzuladığı şey), gölge kişiliğin (bastırılmış fikirler, duygular, dürtüler, arzu ve istekler vb.) arasında psişik bir gerilim alanı vardır. Bu gerilim alanına maneviyatta ise metafiziksel gerilim eşlik eder. Maneviyat kelimesini dinsellik anlamında değil, niteliksel değer anlamında kullanıyorum. Aileye form, değere norm, sevgiye ise maneviyat diyorum. Ve diyorum ki, sizce aile etiği nedir? Geleneksel toplum yapısında aile etiği taklit kültürü yoluyla nesilden nesile aktarılıyordu. Modern toplum yapısında bireyin artık analitik düşünüyor oluşu aile etiğini yeniden değerlendirme imkanı sağlıyor. Tabi burada gelenekseli kötüleyip moderni iyi şeklinde sunmuyorum. Modern çağda birey gelenekseli taklit etmese de modern olanı taklit etmeye devam ediyor. Bundan elli sene önce kırsalda yaşanan nevroz artık kentte –her ne kadar yüzü değişse de- yaşanabiliyor. Yani arzu nesnesi aynı: karşı cins. Şükür ki henüz Hollanda kadar hafif meşrep olmadık… Ailede sevgi hakkında konuşabilmek için veri tabanımızda aile etiğinin işlenmemiş bir şeklinde bulunması gerekiyor. Yani günümüzde aile olmaya aday gençleri, Fromm’un deyişiyle sevgiye ilişkin bir şeyler öğrenme ödevi bekliyor. Her dönem için geçerli parametrelerden birisi de akran dünyasıdır. Bireyin içine doğup büyüdüğü dünyada sağlıklı bir kişisel ve sosyal gelişim eğrisine sahip olabilmesi için akran dünyasını iyi bir şekilde analiz etmesi, yani akranlarına yetişmesi gerekiyor ki aile etiği gibi üst-kültür kuramlarına yönelik farkındalığa sahip olabilsin. Geleneksel toplumun persona’sı ile modern toplumun persona’sı, gelenekselin gölge arketipiyle modernin gölge arketipi müspet şekilde analiz edilebilsin ki sevgi gibi manevi değerlerin zarara uğramayacağı, hayat bulacağı sosyal vasattan bahsedebilelim. Bu düzen sağlanamadığı zaman neyin iyi neyin kötü olduğu belirsizleşir, hakikat tasarımı silikleşir. Aile konusu özelinde görüldüğü üzere ekseri mutlu yüzde içinde yer alan birey, düşük mutsuz yüzde içindeymiş zannıyla hayatını etkileyen kararlar alabilir.
O halde, Fromm’un sorusunu soralım: sevmek bir sanat mıdır? Bir sanatçının eserine özendiği gibi sevgiye özeniyor musunuz? Eşiniz, çocuklarınız, anneniz, babanız, kayınpederiniz, kayınvalideniz, akrabalarınız ve arkadaşlarınız sevme sanatınızın bir eseri mi? Yoksa vahşi/ilkel yaşama direnirken menfaat-zarar ilişkisini konstantre ettiğiniz birer nesne mi? Veyahut sevgi, gülmek veya konuşmak gibi içgüdüsel olarak gelişine yaşadığınız pasif bir deneyim mi? Hızla akıp giden yaşamın uzağından el sallayan bu sorular karın doyurmasa da, haz vermese de, pratik fayda sağlamasa da her manevi uyarı işaretine rastladığınızda ruhunuzu sarsacak.
Ey dost,
-Neden daha çok seven sen olmayasın?-